10 Ocak 2018
AKP’nin ekonomik iflası!
Mevcut ekonomi ve toplumsal politikaların yanlışlığı, resmi rakamlar ve sonuçlarla teyit ediliyordu. Üretime değil de borca dayalı ekonomi politikaları faizcileri memnun ederken, kâğıt üstünde kalan ekonomik büyüme rakamları da işsiz sayısını azaltacağı yerde daha da artırıyordu. Toplumsal politikalardaki sıkıntılar, kendisini ahlaksızlığın ve suç oranlarının artması, dolayısıyla da cezaevlerinin dolup taşması olarak gösteriyordu. Tüm bunların faturası Türkiye’ye 57.5 milyar TL faize akan para, resmi rakamlara göre 3.5 milyon işsiz ve dolup taşan cezaevleri olarak dönüyordu.
AKP düzeni sadece faizciye yaramaktaydı!
Faize bütçeden 57.5 milyar TL aktarılmıştı.
Yanlış ekonomi politikaları vatandaşın belini bükerken, rantiyeyi ihya ediyordu. 15 yılda rantiye, yani bankalar ihya olurken; 2015’te 26 milyar TL olan bankacılık sektörünün net kârı, 2016’da yüzde 44 artarak 37.5 milyar TL’yi buluyordu. Bankacılık sektörü, 2017 yılının ilk yarısında da 25.4 milyar lira ile “tüm zamanların en yüksek” ilk yarı net kâr rakamına ulaşıyordu. TÜİK’in açıkladığı son verilere göre işsiz oranı yüzde 10.7 olarak gerçekleşirken, buna “iş aramadığı halde iş bulduğu an çalışmaya hazır olanlar”, “iş bulma ümidi olmayanlar”, “mevsimlik çalışanlar” dâhil edildiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 16.7’ye çıkıyordu. Resmi işsizlik rakamı 3 milyon 985 bin olarak açıklanırken, gerçek işsiz sayısının ise 5 milyon 778 bin olduğu tahmin ediliyordu. 2017 yılının ilk yarısında bankaların elde ettiği net faiz geliri ise 55.2 milyar liraya yükseliyordu. Türkiye bütçesinden 2017’de faiz ödemelerine ayrılan 57.5 milyar TL rakamı da dikkat çekiyordu.
Borç gelirin yarısını aşmıştı.
2003 yılında milli gelire oranı yüzde 37 seviyesinde olan Türkiye’nin dış borcu, 2017’de 14 yıllık tırmanışın ardından ilk kez yüzde 51’i aşmıştı.
Üreterek değil de borçlanarak büyüme politikalarının Türkiye’yi getirdiği nokta, borcun her geçen yıl kabarması oluyordu. 2003 senesinde dış borcun milli gelire oranı %37.6 iken, geçen sürede borç mütemadiyen artıyor ve sonunda milli gelirin yarısını da aşıyordu. Türkiye’nin 2017 Haziran sonu itibarıyla brüt dış borç stoku, yılın ikinci çeyreğinde 20 milyar dolardan fazla artarak 432.4 milyar dolara çıkıyordu. Türkiye’nin 2003 yılı ikinci çeyrek sonunda 135 milyar dolar olan toplam dış borçlarının milli gelire oranı %52.4 düzeyine ulaşıyordu. “Kamunun borcu yok” iddiaları yalandı! Türkiye’nin net dış borç stoku da 30 Haziran itibarıyla 283.1 milyar dolar olarak gerçekleşirken, Hazine garantili dış borç stoku da 13.2 milyar dolar oluyordu. Kamunun net borç stoku ise bu dönemde 236.8 milyar lira olarak gerçekleşti ve milli gelire oranı da yüzde 8.5’i buluyordu.
Bütçe açığı rekor kırmıştı.
Türkiye’nin cari açığı 2017 Ağustos ayında 37 milyar dolara çıkıyordu. 2018 bütçesini Meclis’e sunan Maliye Bakanı Naci Ağbal, bunun gerekçesini ithalat-ihracat dengesizliğindeki kalemlerden sadece enerji fiyatlarının yüksekliğine bağlıyordu. Mecliste iki aya yakın sürecek bütçe maratonu, Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın 2018 bütçesini TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki sunumuyla start alıyordu. Bakan Naci Ağbal, önümüzdeki yıla ilişkin beklentilerini başlıklar halinde sıralıyor, bütçede ilk göze çarpan ise cari açıktaki rekor büyüme oluyordu.
Gıda fiyatlarına çözüm bulunamamış, enflasyon yeniden azıtmıştı.
2016 yılında %8,5 olan enflasyon, 2017 yılında da genel artış eylemini sürdürüyordu. Bu seyirde gıda fiyatları, TL’nin değer kaybının birikimi, ithalat fiyatlarının yükselişi etkili oluyordu. Bu kapsamda yılsonu enflasyonu %9,5 olarak bekleniyor ama %10’u geçiyordu.
Rantın son durağı yaylalardı, Türkiye’yi betona boğanlar gözlerini şimdi de Karadeniz yaylalarına dikmiş durumdaydı.
Sonunda “imar rantı” gözünü Doğu Karadeniz yaylalarına dikiyordu. Yaylalar ile ilgili hükümetin yaptığı düzenleme, bölgede dev otellerin ve lüks villaların yapılmasının önünü açıyordu. Maalesef yaylalar gerçek sahiplerinin elinden alınıp rantçılara teslim edilmeye başlanıyordu. Doğu Karadeniz’in doğal güzellikleri ve turizmin kalbi olan yaylalar, sözde düzenleme adı altında imar kıskacına alınıyordu. Hükümetin tarım alanlarını korumak için kanun çıkarmasına rağmen Trabzon’da bulunan yaylaları ranta açması tepkilere neden oluyordu. Düzenlemeyle birlikte betonlaşma ve çarpık yapılaşma oranının artacağına dikkat çekilirken, yıkımına başlanan yayla evlerini Arap milyarderlerin satın aldığı ifade ediliyordu.
Yaylalar derhal kayıt altına alınmalıydı!
Tapusuz yaylalarda önemli bir sorun olduğuna değinen uzmanlar, “Kayıt altına alınmayan bölgelerde satışlar yaylacılarımızı olumsuz etkiliyor. Bu durum daha büyük problemlere yol açacak. Bir yetkilinin popülist birkaç cümlesi ile yaylalarda düzenleme yapılmaz. Planlama çalışmalarının yapılması, bu çalışmaların bölge halkına iyi anlatılması ve bölge insanını üzmeyecek yukarıda bahsettiğim düzenlemelerin başlaması gerekmektedir” diye konuşuyordu.
Cumhurbaşkanı “başkanlık ettiği” Hükümetin ekonomi politikalarını ve ‘onun sonucu’ olan “yüksek faizi” eleştirirken, faiz mikrobunu meşrulaştırmaya çalışmaktaydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada, “15 yıllık” AKP iktidarının ekonomi politikalarını eleştiriyordu. AKP iktidarlarının uyguladığı ekonomi politikaları neticesinde “tarihlerinin en kârlı” dönemlerini yaşayan bankalara veryansın eden Erdoğan, “yüksek faiz oranlarını” eleştirirken, başkanlık ettiği hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program’dan çıkan MTV artışından da dert yanıyordu. “Küçük sarsıntılar” dışında ekonomiyi kontrolde tuttuklarını söyleyen Erdoğan, “Faizlerdeki düşüş istediğimiz noktada hâlâ değil. Faizlerdeki düşüşü başaramazsak birçok musibet bizi beklemektedir. Piyasa faizinin yüzde 20 olduğu ülkede yatırımcı yatırım yapabilir mi? Ondan sonra lanetle de karşı karşıya kalırız. Birçok sefil ailelerle de karşı karşıya kalırız. Biz faizci akıllarla, faiz lobilerinin yaklaşımlarıyla adım atarsak sadece onları ihya ederiz” diyerek halkımızı oyalıyor, ama faizsiz sisteme geçmek hususunda ciddi ve gerçekçi hiçbir adım atmıyordu.
“Çıkar bir KHK ‘Ben faizleri sıfırladım’ de” bakalım.
Kemal Kılıçdaroğlu bile: “İkide bir faizler yüksek faize karşıyız diyorlar. Faize karşıysan indir. Sanki memleketi başkası yönetiyor. Bu da doğru değil. Tamamen faiz lobisine çalışan bir hükümet. 142 milyar dolar faiz ödeyeceksin sonra vatandaşa faiz yüksek diyeceksin. Kardeşim faize karşıysan çıkar bir KHK faizi sıfır yap. Gücün yetiyorsa çıkar bir KHK ‘ben faizleri sıfırladım’ de. Yapabilir mi, yapamaz. Sen faizi ve faizcileri destekliyorsun. Faize kim karşı?” diye çıkışıyor, ama iktidardan hiçbir yanıt gelmiyordu.
Diyanet “katılım bankalarını” uyarmıştı: Faizli yöntemden farkınız kalmamıştır!
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dr. Muhlis Akar, Katılım bankalarının temsilcilerine; malı satan, müşteriye karşı nasıl sorumluysa; katılım bankalarının da satıcı gibi sorumlu tutulmasını ve ancak bu şekildeki yöntemlerin caiz olacağını hatırlatmıştı. Çünkü eğer, katılım bankası doğrudan vatandaşa para verirse faizli yöntemden farkı kalmayacaktı. Sn. Muhlis Akar, “Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı”nda katılım bankalarının temsilcileriyle görüştüklerinde bu konuyu gündeme taşımıştı. Akar, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından bu yıl yedincisi düzenlenen “Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı”nda konunun uzmanları ve temsilcileri ile TOKİ, tasarrufa dayalı faizsiz finansman sistemleri (elbirliği sistemi) gibi uygulamaları ele aldıklarını açıklamıştı.
“Bizim üzerinde durduğumuz konu katılım bankalarının, satıcı gibi sorumlu olmasıdır. Siz, müteahhitten ev alabilirsiniz ama burada paraya ihtiyacınız vardır. Para ihtiyacınızı katılım bankası karşılamaktadır. Eğer, katılım bankası doğrudan para verirse faizli yöntemden farkı kalmayacaktır. Biz diyoruz ki; katılım bankası bu evi almalı ve size malı sahibi gibi satmalıdır. Malı satan, müşteriye karşı nasıl sorumluysa katılım bankalarının da satıcı gibi sorumlu olmasının, müşteri mağdur olduğu zaman onun hakkını aramasının ve ancak bu şekildeki yöntemlerin caiz olacağını vurguladık.”
Cumhurbaşkanı bankalara neden söz geçiremiyorlardı?
Her üç ayda bir bankaların kâr oranları açıklanır ve medyada yer alırdı. Bu yüksek gelirlerin büyük oranda verilen kredilerden sağlandığı da bilinip durmaktaydı. Bankalar özellikle dar ve sabit gelirli vatandaşlara verdikleri çeşitli ve yüksek faizli kredilerden büyük kazançlar sağlamaktaydı. Faiz oranlarının yüksekliğine başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere yöneticiler her fırsatta dikkat çekip faiz oranlarının düşürülmesi gerektiğini hatırlatmaktaydı. Çünkü yüksek faiz oranları ile verilen kredilerle yapılan yatırımların pahalıya mal olduğu, bunun da rekabeti engellediği vurgulanmaktaydı. Aslında bankalar faizle para veren (satan) kuruluşlardı ve gelirleri bu para satışından sağlanırdı. Bankaların verdiği kredilerin kaynağı ise yerli ya da yabancı sermaye odaklarıydı ve bankalar sadece birer aracı kuruluşlardı. Milli bir iktidarın yapacağı, faizlerin düşürülmesi için bankalara yalvarmak değil, faizsiz sistemi kurmaktı.
Ayrıca, bankacılık sektörü ve borsada yabancı sermayenin payı ne kadardı? Ülkemizde faaliyet gösteren bankaların kaç tanesi tamamen ya da büyük oranda yabancı sermayenin elinde bulunmaktadır? soruları bir türlü yanıtlanmamaktadır. Oysa küresel sermaye; serbest piyasa ekonomisinden de yararlanarak, çeşitli ülkelerde bankaların ya tamamını ya da çoğunluk hisselerini satın alarak, gelişmekte olan ülkelerde para satarak para kazanmaktadır. “Düşük kur-yüksek faiz” politikasını yıllarca uygulayan ve neticesinde de yüksek faiz vererek sıcak para çekmiş (yani el parasıyla büyüme sergilemiş) siyasi iktidar, utanmadan çıkıp “faiz karşıtı” nutuklar atmaktadır. “İyi de bu politikayı bilerek isteyerek sen uyguladın, neticesinde de bankaları “tüm zamanların en büyük kârlarına ulaştırdın” diyecek olsanız, sizi vatan hainliğiyle suçlamaktadır.
Tarımdaki manzara daha da fecaatti. Son birkaç senede sürekli Tarım Bakanı değişiyor, ancak çiftçinin ve tüketicinin sıkıntılarına hiçbir deva bulunamıyordu. Siyasi iktidarın bakanları çıkıp da “yüksek gıda fiyatları aracılar yüzünden” şeklinde teşhislerle uğraşıyordu. Hâlbuki oturdukları koltuk teşhis değil tedavi makamıydı. Bir zamanların “kendi kendine yeten” tarım ülkesi Türkiye, AKP iktidarının mütemadiyen çeşitli ürünlerde gümrük vergilerini düşürmek suretiyle ithalatı kolaylaştırmaktaydı. Artık Türkiye gibi bir ülkenin buğday, arpa ve saman ithal etmesi bile hayretle karşılanmaz olmuş durumdaydı. Yem ithalatı yapan Türkiye manzarası, işin ilginci kimselere garip gelmiyor artık. Hiçbir plana ve hedefe sahip olmayan, günlük yürütülen politikaların neticesi bunların hepsi normal sayılmaktaydı.
AKP iktidarı hayvancılığı da batırdı!
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Genel Cerrah Ahmet Eşref Fakıbaba, kansere çare bulmuş gibi sevinç nutukları atmaktaydı. Kırmızı et fiyatını düşürecek formül bulduğunu sanmaktaydı. Kendisinden önce görev yapan 4 AKP’li bakanın 15 yılda bulamadığı formülü 75 günde bulmuş ve reçetesini yazmıştı. Buna göre devlet, Et ve Süt Kurumu eliyle karkas et ithaline başlayacak, bu ithal eti parçalayarak, kemiğinden ayıracaktı. Elde edeceği kıyma ve kuşbaşı eti özel sektör paketleme tesislerinde ambalajlayacaktı. Ülke genelinde yaygın marketler zincirinde yaklaşık 17 bin noktada reyon kiralayacaktı. Bu reyonlarda kilosu 24 liradan kıyma, 27 liradan kuşbaşı et satacak, böylece güya vatandaş ucuz ete kavuşacaktı. Dikkat buyurun AKP’li Bakan Fakıbaba’nın formülünde, reçetesinde yerli üretici ve üretim yoktu, aksine yerli üreticiyle sıkı rekabet vardı.
Peki, Bakan Fakıbaba’nın formülünde kimler ne kazanacaktı?
Et ve Süt Kurumu’nun marketlerde satacağı et ithal edileceği için, yurt dışındaki besici, başka ülkelerin çiftçileri para kazanacaktı. Onlara destek olunacaktı. Eti yurt dışından Türkiye’ye ve yurt içinde satış noktalarına taşıyan lojistik firmalarına para kazandırılacaktı. İthal eti işleyerek kıyma ve kuşbaşı elde eden ve paketleyen firmalara vurgun imkânı sunulacaktı. Eti reyonuna koyarak satacak marketlere kira geliri sağlanacaktı. Bu sömürü zincirinin halkasında yer alan kimselerin ne kadar kazanacağı bile hesaplanmıştı. Görüleceği üzere bu zincirde, bu formülde üretici ve besici bulunmamaktaydı.
Yerli üretici ne yapacaktı?
Üretici süt hayvancılığı yapıyorsa çiftliğindeki erkek danaları beslemekle uğraşacaktı. Sadece besicilik yapıyorsa, iç piyasadan veya ithalatla erkek besi danası alıp bakacaktı. İthal dana alacaksa, devletin ithalatla görevlendirdiği Et ve Süt Kurumu’na başvuracaktı. Hayvanın ithal edileceği ülkeye göre hayvan başına 50 dolar veya 50 Avro’yu Et ve Süt Kurumu’na yatıracaktı. Sonra beklemeye başlayacak, Et ve Süt Kurumu’nun keyfi yerine gelirse besilik dana ithal etmeye başlayacaktı. Üretici istediği kadar değil, Et ve Süt Kurumu’nun temin edebildiği kadar hayvanı alacaktı. Yerli veya ithal besi hayvanını alan üretici, yem firmalarının ithal ettiği ve dövizdeki artışa bağlı olarak her ay fiyatı artan yemle beslemek zorundaydı. Bulabilirse yerli, bulamazsa Suriyeli veya başka ülkeden gelen çobanın bakacağı hayvanı belli bir kiloya ulaştıktan sonra kesime yollayacaktı. Hayvanı 8-10 ay besledikten sonra, Et ve Süt Kurumu’na veya özel sektör kesimhanelerinde hayvanı kestirerek karkas eti kasaplara veya marketlere satacaktı. Bu sistemle et ithal eden devletle rekabet şansı sıfırdı. Yerli besici devletten destek değil, köstek görmüş olacaktı. Devlet, Et ve Süt Kurumu eliyle ithal ettiği besilik dananın kilosunu üreticiye 24 liradan satacak, sonra et ithal ederek markete 21-22 liradan et satacaktı. Bu öyle gizliden gizliye değil, açıkça üreticiyi kazıklamaktı.
AKP’li Fakıbaba’nın, “Benden önce yolsuzluk varmış, erkekseniz bundan sonra yapın” şeklinde çektiği “rest” kendisinden önceki AKP’li bakanlara yönelik bir “yolsuzluk ithamı” hatta bir “yolsuzluk itirafı” olarak da algılanmıştı. İster “yolsuzluk ithamı” olarak kabul edin, ister “yolsuzluk itirafı” olarak kabul edin hepsi “aynı kapıya” çıkmaz mıydı? Bundan önce Tarım Bakanlığı hakkında yapılan “yolsuzluk” dedikodularının pek çoğu Fakıbaba’nın bu açıklamasının ardından adeta perçinlenmiş gibi olmadı mı? “Bu nasıl particilik, aynı partinin mensupları birbirlerini böyle uluorta suçlar mı” diye kafa yorabileceğiniz gibi, “Helal olsun adamlara, yolsuzluk yapan babalarının oğlu olsa gözünün yaşına bakmıyorlar” diye de düşünebilirsiniz. Ama böyle düşündüğünüz zaman ileri sürülen görüşe uygun olan adımların atılmasını beklemek de en doğal hakkınız olur. Madem bir yolsuzluk olduğu kabul edilmektedir o zaman gereği yapılmalı ve yolsuzluğa adı karışanlar kulaklarından tutulup hesaba çekilmelidir. Nitekim suçlamaların bir numaralı muhatabı durumundaki Faruk Çelik de siyasetçinin “ne konuştuğunun farkında olmasının” gerektiğini hatırlatarak, “Bir bildiğin varsa gereğini yerine getir” diye yeni bakan Fakıbaba’ya adeta meydan okumaktadır.
Ekonomi Bakanı tarımı umursamamıştı!
TZOB Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, tarım sektörünün Türkiye’de kıymet görmediğini söyleyerek, “Ekonomi Bakanı’nın tarım umurunda değil. Hiç umurunda değil adamın, buğday üreticisi ne üretiyormuş, hangi koşullarda üretim yapıyormuş. Bu ülkeyi doyuranlar bu ülkede kıymet görmüyor. Herkesi uyarıyorum, tekrar meydanlara çıkarız. Herkes bu ülkeyi doyuran insanların kıymetini bilmek zorunda.” çıkışını yapmıştı. Şemsi Bayraktar, bazı canlı hayvanlarla ette, Et ve Süt Kurumu’na (ESK)’ye gümrük vergisiz ithalat yetkisi verilmesine ilişkin ithalat yapılmamasını arzu ettiklerini, hasat devam ederken kararname çıkarılmasının yanlış olduğunu söyledi. Böyle bir kararname çıktığında ucuz ithal mal geleceği için tüccarın üreticiden alım yapmadığını, sanayicinin de tüccardan mal almadığını dile getiren Bayraktar, bu durumda buğdayda olduğu gibi piyasanın kilitlendiğini belirtti. Bayraktar, “Şimdi de mısır hasadı başlıyor, ithalat kararnamesi açıklanıyor. İnşallah bu mısır hasadını olumsuz etkilemez. TMO’nun bir an evvel mısır fiyatlarını açıklamasını ve piyasaya hızlı bir şekilde girmesini arzu ediyoruz.” diye uyarmıştı.
“Herkes aklını başına almalıydı!”