“İşte biz (galibiyet ve hâkimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (toplumlar) arasında (böyle dolaştırıp) devredip dururuz” (Al-i İmran: 140) ayetinde işaret edildiği gibi; Hak’ka ve adalete dayalı medeniyetlerle, Bâtıl’a ve zulme dayalı medeniyetler, yeryüzünde sıra ile hükümran olmaktadır.
“Her ümmet için bir ecel (hâkimiyet süreci) vardır. (Her devlet ve medeniyetin belirli bir ömrü bulunmaktadır.) Onların ecelleri (yıkılış süreçleri) gelince, ne bir saat ertelenip geri bırakılır, ne de öne alınır. (Tam zamanında çöküp dağılır. Adaleti uygulayan ve ilme dayanan devletler ayakta kalır, zulüm yapan ve bilimden geri kalan devletler yıkılır.)” (A’raf: 34) ayetleri de bu gerçeği haber buyurmaktadır.
Hatırlayınız, meşhur İslam Komutanı Tarık bin Ziyad -Miladi 720 yılında- sonradan kendi adını alacak olan Cebelitarık boğazından geçerek İspanya’yı fethe başlamış, Miladi 750 yılında Emevi halifesi Hişam’ın torunu Abdurrahman bin Muaviye ise Endülüs İslam Devletini kurmuşlardı. Bu muhteşem medeniyet 700 seneden fazla yaşamış, sonunda 1492’de yıkılmıştı.
İnsanların ortalama ömürleri 60-70 sene olmasına karşılık, medeniyetlerin hâkimiyet süreçleri 600-700 sene civarındadır. Ne var ki bir medeniyetin duraklama ve gerileme dönemleri, diğer medeniyetin filizlenme ve boy verme süreçleri olmaktadır. Bilimsel tespitlerle de uyuşan bazı tahmin ve tahlillere göre insanlık; 32 bin sene toplayıcılık, 16 bin sene avcılık, 8 bin sene çobanlık, 4 bin sene tarımcılık, 2 bin sene pazarda karşılıklı mal mübadelesi, 1000 sene tüccar aracılığıyla mal mübadelesi, 500 sene işçilik dönemlerini geçirdiği tahminleri yapılmaktadır. Bundan sonra ise, 250 sene ortaklık dönemi geçirecek ve 8 dönem olarak kara uygarlığı kemâle ulaşacaktı. DNA’ların bulunması ile yapılan ilmi hesaplar; insanlığın 60 bin yıldır yaşadığı ve dağılarak bugünkü dünyayı oluşturduğu sonucuna bilimsel olarak da varılmıştır.
Yani… Kur’an’ın ‘her şeyi çift yarattık’ ayetini/haberini varsayım alınca, bu tarih ortaya çıkarılmış ve ardından, onlarca sene sonra bu durum bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Bu ayette; “insanlığın tarihi dönemlerinin müddetini; en sondan başa, ikişer kat artan zaman dilimleri şeklinde yarattık” manasına da uygun bulunmaktadır.
“Irzını gereği gibi koruyan o kadını (Meryem Hanım’ı) da (hatırlayıp an ki); kendisine Ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu, âlemler için bir ayet (mucize ve ibret) kılıvermiştik.”
“Muhakkak, işte bu sizin ümmetiniz, tek bir ümmettir. (Bütün peygamberlerin getirdikleri din, temelde aynı dindir ki, o da İslâmiyet’tir.) Ben de sizin Rabbinizim; o halde (ancak ve yalnız) Bana kulluk edin.”
“(Yozlaşan ve dini kendi heva ve heveslerine uyduran insanlar var ya) Onlar, işlerini (dinin hükümlerini) kendi aralarında parça parça dağıttılar (dinlerinde bölünmeler yaptılar, kolay tarafını aldılar, zor kısmını bıraktılar); oysa (sonunda mutlaka) hepsi Bize dönecek (ve hesap verecek)lerdir.” (Enbiya: 91-92-93)
Bu ayette geçen:
Nefh: “Üflemek, şişirmek, boru ve kavalı öttürmek, sudaki hava kabarcıkları, karnı şişman adam” anlamındadır.
Ayetteki “ahsenet” (tehassun) kelimesi ırzını “korumak” anlamındadır. Nisa: 25 ayetindeki“uhsinne” edilgen fiili, “meşru yoldan evlenip yuva kurmaktır.” Nisa: 24 ayetindeki“muhsenat” kelimesi “hür ve namuslu kadınlar” için kullanılır. Haşr: 14 “muhassane” ve korunaklı kale, Haşr: 2’deki “hüsün” kelimesi ise “sağlam kaleler” manasındadır. Yusuf: 48 ayetinde aynı kökten üretilen “tuhsinune” kelimesi ise “muhafaza altına almak ve bozulmadan saklamak” anlamındadır.
Kur’an’ın Miladi takvim ihbarı, açık bir mucize konumundadır.
Hz. İsa’nın insanlığa en önemli etkisi, doğumunun uygarlıkların başlangıcı olmasıdır.“Miladi tarih” bugün bütün insanlık tarafından kullanılmaktadır. Bunun dışında Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Kur’an uygarlıklarının başlama tarihleri artık hep bu takvime göre sıralanmaktadır. Bunun önemini belirtmek için Kur’an’da onların adları ile değil vasıfları ile zikredilmiş olmaktadır. Hz. İsa, Hz. Meryem validemiz bir erkekle evlenmeden doğmuşlardır. Bunu normal şartlarda kimseye inandıramazsınız. Ama bugün 2 milyar Hristiyanlık âlemi buna inanmaktadır. 1,5 milyarlık İslam âlemi de inanmaktadır. 4 milyar insanı bu masumiyete inandırmak başlı başına mucize konumundadır. İş burada kalmamıştır. Tüm dünya, milyarlık Budistler ve Hindular da, sosyalistler ve kapitalistler de bu Miladi takvimi kullanmaktadır. Kur’an nazil olduğu zaman, Hristiyanlardan başka Miladi Takvimi kullanan bulunmamaktaydı. Kur’an bunun beşeri takvim olduğunu ve tarihi olayların da artık buna göre sıralanacağını haber buyurmaktadır. Kur’an’ın İlahi bir Kitap olduğuna delalet açısından sadece bu ayet (Enbiya, 91) bile yeterli sayılmalıdır. Böylece geçmişi ve geleceği bilen Allah tarafından oluşturulduğu kesin olarak sabit olmaktadır.
Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa uygarlıkların başlangıç noktasıdır. Onun doğumunu gerisin geriye sayarsak İbrani, İbrahim ve Nuh uygarlıklarıdır, ileriye doğru sayarsak Hristiyanlık ve birinci Kur’an uygarlığıdır. Şimdi de üçüncü binyıl Kur’an uygarlığı başlamaktadır. Hz. İsa’nın doğumunu Allah tüm insanlığa başlangıç (Milat) olarak kabul ettirmiş durumdadır. Enbiya Suresi 91’inci ayetin sonu şöyledir: “Onu ve oğlunu âlemlere ayet yaptık.” İkisi bir ayet sayılmıştır. Öyle ise Hz. İsa ile Hz. Meryem arasında ortak tek bir şey olmalıdır, o da doğma ve doğurmadır. ‘Milattan Önce, Milattan Sonra’ deriz. İşte o “MİLAT” Hz. İsa’nın doğumudur. Burada geçen “ayet” kelimesinin nekre gelmesi, her bin yılın başının yeni uygarlığın ayeti ve işareti olmasındandır. Hz. İsa’nın doğumu da bunlardan biridir. Bundan dolayı nekre gelmiştir. Uygarlıklar Hz. İsa’dan önce de vardır, Hz. İsa’nın doğumundan sonra da vardır. Hz. İsa’nın doğumu ile bu uygarlıklar silsilesi birleştirilmiş olmaktadır ve bu silsile kıyamete kadar devam edecektir.
Ayette “Li’l-âlemîn / âlemler için” yani “el-âlemîn” kelimesini Fatiha’daki “el-âlemîn” olarak anlarız. Yani milat yeryüzündeki bütün topluluklar için ortak işaret olacaktır, herkes tarihlerini ona göre ayarlayacaktır. Bu husus ancak 20’nci yüzyılda gerçekleşmiş bulunmaktadır. Bütün insanlık artık Miladi Takvim kullanmaktadır. Hiçbir devlet Türkiye veya İran’a bir yazı yazdığı zaman hicri tarih koymaz, İran da dünyaya hitaben yazı yazdığı zaman hicri tarih kullanmaz. Zamanla herkes Miladi Takvimi kullanmıştır ve hâlen de öyle kullanmaktadır. “El-Âlemîn”deki “El” istiğrak içindir, fertlerin istiğrakı için değil toplulukların istiğrakı içindir, bütün devletler ve diğer bağımsız topluluklar Miladi Takvimi kullanacaklardır. Hz. İsa’nın doğumu yılbaşıdır, bütün insanlar için yılbaşıdır, bütün insanlık için ayet ve beşaret konumundadır.[1]
İşte bakınız; 600 sene kadar hüküm süren ve şanlı İslam Medeniyetini temsil eden Osmanlı Devleti’nin şu beş aşamadan geçtiği anlaşılmaktadır.
1- Kuruluş ve devletleşme serüveni.
2- Yükselme ve genişleme süreci.
3- Duraklama ve gevşeme dönemi.
4- Gerileme ve tökezleme evresi.
5- Çözülme ve çökme neticesi.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi 1258’de doğdu, 1326’da vefat etti. Babasının yerine aşiretinin başına geçiş tarihi olan 1281’den 1453’e, 172 yıl beylikler dönemi olarak bilinmektedir. 1453’den 1520’ye, Kanuni dönemine kadar süreç geçiş dönemidir. Fatih (1432-1481)’den sonra 2. Beyazıd (1447-1512) tahta geçmiş. 31 yıl iktidarda kaldıktan sonra, 1. Selim olarak da bilinen Yavuz Sultan Selim (1512-1520) gelmiş ve 8 yıl devleti yönetmiştir. İşte bu dönem, beylikten devlete geçiş sürecidir. 1453’ten 1566’ya kadar 113 yıl ise yükselme dönemidir.
Ardından Kanuni döneminde 1. Viyana Kuşatması ile Duraklama dönemine girilir. (27 Eylül-16 Ekim 1529). Asıl büyük kırılma, Lale Devri ile başlayıverir. Osmanlı tarihinde 1718-1730 yılları arasında geçen süreye Lale Devri denir. Padişah Sultan 3. Ahmet ve özellikle onun Sadrazamı Nevşehirli Damad İbrahim Paşa bu dönemin yetkilileridir. Yani Osmanlı’da duraklama, gerileme, çöküş dönemleri, öyle durup dururken meydana gelmemiştir.
2. Mustafa zamanında 1699 Karlofça Antlaşması ile gerileme dönemine girilmiştir. 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilir. Bu süreç de 2. Mahmut (1808-1839) dönemidir. Ardından Abdulmecid, Abdulaziz, 5. Murat ve 2. Abdulhamid dönemleri gelecektir. 1889’da İttihat Terakki kurulacak, 1908’den 1918’e kadar kısa aralarla da olsa iktidarı ele geçirecektir. 1. Meşrutiyet ve 2. Meşrutiyet derken, 5. Mehmet Reşat döneminde 1. Dünya Savaşı patlayıverecektir.
Enver gibi İttihatçı dönme masonların gaflet ve hıyanetiyle Osmanlı Devleti, Almanların safında savaşa sürüklenecek, Enver’in maceraperest kararlarıyla Sarıkamış’ta yaklaşık 100 bin askerimiz Ruslara karşı donarak şehit verilecek, Çanakkale’de Yahudi asıllı Alman Liman Von Sanders paşa komutasına bırakılan 250 bin Mehmetçik feda edilecektir. Yetmez 1. Dünya Savaşlarında, Ruslara 68 bin, İngilizlere 135 bin askerimiz esir düşecek, bunların (200 bin esirimizin) sadece %20’si geri dönebilecektir. Hatta İngiliz gâvuru, Mısır’ın Seydibeşir kampında tuttuğu 15 bin askerimizin gözlerini, güya temizlik bahanesiyle zorla asitli suya batırıp kör etmişlerdir.
1. Meşrutiyet (1876)’da Balkan bunalımını görüşmek üzere İstanbul Konferansı toplandığı sırada, Avrupalıların iç işlerimize karışmasını engellemek bahanesi ile 23 Aralık 1876’da Jön Türklerin gayretleriyle Kanun-i Esasi ilan edilerek Meşrutiyet dönemibaşlatılmış, Ayan ve Mebusan olmak üzere iki meclis açılmıştır. Ayanlar Meclisi üyeleri padişah tarafından seçilip, ölene kadar üye kalmışlardır. Meclis-i Mebusan üyeleri ise, 50.000 kişide 1 olmak üzere halk tarafından seçilen insanlardır. Anayasaya göre yürütmeden padişah ve hükümet, yasamadan meclis sorumlu sayılmıştır. Fakat son söz padişahındır. Hükümet padişaha karşı sorumludur. Padişahın meclisi açma kapatma yetkisi vardır. Ancak, İttihatçı masonlar elinde padişahlar sadece simgesel bir konuma taşınmıştır. Bu sürecin sonunda Batılılar içişlerimize karışmasın diye ilan edilen Meşrutiyet yönetimi eliyle, daha sonra 1881’de dış borçlarımızla ilgili Düyun-ı Umumiye / dış borçlar genel idaresi kurulacaktır.
Ardından İttihat ve Terakki’cilerin baskıları sonucu 2. Abdülhamit, 1908 Reval Görüşmeleri sırasında Meşrutiyeti yeniden ilan ettiğini açıklamıştır. Reval Görüşmeleri: 9 Haziran 1908 tarihinde günümüzde Estonya’nın başkenti olan Talin’de, İngiltere Kralı 7. Edward ile Rus Çarı Nikola’nın yaptığı Reval Görüşmeleri’nde; Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili konular tartışılıp, gizli kararlar alınmıştır. Bu anlaşma 2. Meşrutiyetin ilanının en büyük dış etkeni sayılmıştır.
Daha önce “Osmanlıcılık” fikri ile hareket eden İttihat Terakkiciler, yeni dönemde “Türkçülük” fikri ile hareket etmeye başlamıştır. 2. Meşrutiyet ile yönetimi fiilen ele geçiren İttihat ve Terakkiciler, 1913 Bab-ı Ali baskını ile 23 Ocak 1913’te iktidarı resmen ve fiilen ele almışlardır.
Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim El-Horasanî’ye atfen aktarılan bir söz vardır: “Onlar, şerrinden emin oldukları için, dostlarını kendilerinden uzaklaştırdılar. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de; düşmanlarını yakın tuttular. Ancak; maalesef yakın tuttukları düşmanları, kendilerine dost olmadı. Ama uzak tuttukları dostları ise, düşman olup çıkmışlardı. Sonunda herkes düşman safında toplanınca, yıkılmaları kaçınılmazdı.”[2]
Osman Bey’den itibaren hemen hemen bütün Osmanlı padişahları; dini, tarihi ve askeri ilimler yanında, bir tarikat müntesibi ve muhibbi olmuşlardır. Ama zamanla cihat ve içtihat kurumunun zayıflayıp yozlaşması ve dünyadaki bilimsel gelişmelere ayak uydurulamayışı, hıyanet çetesine fırsat sağlamış ve Osmanlı Devleti yıkılmıştır.
Şimdi Türkiye merkezli ve İslam eksenli yeni bir Adil Düzen Medeniyeti kaçınılmazdı ve oldukça yakındı.
Dünyanın en önemli yeraltı zenginlikleri mümbit arazileri ve stratejik bölgelerini oluşturan ve oldukça geniş bir coğrafyayı ve yaklaşık 2 milyar Müslümanı kapsayan İslam dünyasının temel ihtiyaçlarından biri olan ve Erbakan Hocanın en önemli projesi sayılan “İslam Birliği” mutlaka kurulacaktır. Bugün İslam dünyasının durumu değerlendirildiğinde ilk dikkati çekecek özelliklerden birisi, Müslümanların kendi aralarındaki parçalanmışlığıdır. Bazı İslam ülkeleri arasında derin anlaşmazlık ve ihtilaflar vardır. Hatta yakın geçmişte, İran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Pakistan-Bangladeş Savaşı gibi Müslüman ülkeler arasında geçen savaşlar yaşanmıştır. Müslüman ülkelerde çoğunlukla etnik ve siyasi sorunlar nedeniyle yaşanan iç savaş ve çatışmalar da -örneğin Afganistan’da, Lübnan’da, Irak’ta veya Cezayir’de olduğu gibi- bugün maalesef Suriye ve Yemen’de yaşanmaktadır. Öte yandan İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden son derece farklı dini yorumlar ve yönetim tarzları bulunmaktadır. Neyin gerçekten İslam’a uygun, neyin de aykırı olduğunu belirleyecek, bu konuda dünya Müslümanlarının geneline yön verecek, onları uzlaştırabilecek, güvenilir ve sözü dinlenir bir otoritenin bulunması büyük bir ihtiyaçtır. Katoliklerin Vatikan’ı, Ortodoks Hristiyanların Patrikhaneleri vardır, ama İslam dünyasında dini birlik ve manevi disiplin merkezi bulunmamaktadır.
Oysa İslam Dininin özünde birlik vardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’in vefatının ardından, İslam dünyasının hep bir lideri olmuş, bu makam Müslümanların dini konulardaki yol göstericisi olmuşlardır. Günümüzde de İslam dünyasının tümüne yol gösterecek İslam Birleşmiş Milletleri mutlaka kurulmalıdır. İslami ve insani amaçlara, demokratik esaslara ve hukukun üstünlüğü kuralına dayanan bu oluşum İslam dünyasının mevcut sorunlarının giderilmesinde çok önemli bir adım olacaktır.
Bu İslam Birleşmiş Milletleri;
1- Kur’an ahkâmının ve İslam ahlakının gereği olan sevgi, şefkat, kardeşlik ve merhamete dayalı bir anlayışa sahip olmalı, tüm insanları koruyup kollama amaçlanmalı, tüm insanlara son derece kaliteli ve müreffeh bir yaşam standardı sunmalıdır.
2- Demokrat ve laik bir yapıya sahip olmalı, İslam dünyasını ve Türk coğrafyasını manevi bir liderliğin öncülüğünde bir araya getirirken, tüm devletlerin üniter yapısını muhafaza ettiği bir gönül birliği inşa olunmalıdır.
3-Bu yapı İslam dünyasının tümüne sahip çıkmalı, dolayısıyla en genel İslami esaslara ve temel insan haklarına dayanmalı, belirli bir mezhebin veya tarikatın temsilcisi olmamalıdır.
4- Evrensel hukuk kaidelerine, demokrasiye, serbest girişimciliğedestek vermeli, İslam dünyasının ekonomik, kültürel ve bilimsel yönden kalkınmasını temel hedef almalıdır.
5-Diğer bütün devletler ve medeniyetlerle ve doğu-batı ülkeleriyle son derece barışçıl ve yararlı ilişkiler kurmalı, kitle imha silahlarının kontrolü, terörizm, uluslararası suç, çevre gibi konularda uluslararası topluluklarla olumlu ve uyumlu irtibatlar oluşturulmalı, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nde daha aktif ve etkin rol almalıdır.
6-İslam dünyasındaki azınlıkların (örneğin Yahudi ve Hristiyanların) ve İslam ülkelerine gelen yabancıların haklarının korunması, kendilerine güvenlik sağlanması ve saygılı davranılması gibi konuları öncelikli olarak ele almalı, her dinden, düşünceden, her kökenden insana sevgi ve şefkatle yaklaşmalıdır.
7-Filistin, Keşmir, Arakan ve Moro gibi, Müslümanlar ile Müslüman olmayan halkları karşı karşıya getiren sorunlara; adil ve barışçıl çözümler getirilmesine çalışılmalıdır. Hem Müslümanların haklarını savunmalı hem de söz konusu sorunların, İslam dünyasındaki Siyonist ve emperyalist güçlerin kuklası olan bazı radikal unsurlar tarafından çözümsüzlüğe itilmesine mâni olmalıdır.
İslam dünyasının böylesine akılcı, sağduyulu ve adil bir güce ve birlikteliğe kavuşması, hem bugün pek çok sorunla karşı karşıya bulunan 2 milyar Müslüman için, hem de dünyanın tüm diğer insanları için çok hayırlı olacaktır. Kur’an ahkâmına ve İslam ahlakına dayalı olarak kurulacak bu İslam Birliği, tüm dünyanın adalet ve güvenlik bulmasına, imani ve vicdani tavır mükemmelliği sayesinde huzurun sağlanmasına aracı olacaktır. Zaten Müslümanlar, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’in devrinden bu yana insanlığa; akıl, bilim, düşünce, sanat, kültür, medeniyet gibi alanlarda öncülük yapmış, “insanların hayrı”na dev eserler ortaya koymuşlardır. Aslında Avrupa Ortaçağ’ın karanlığında iken, dünyaya bilimin saygınlığını, akılcılığı, tıbbı, sanatı, temizlik esaslarını, güzel ahlakı ve diğer pek çok hasleti Müslümanlar öğretip yaygınlaştırmıştır. Kur’an’ın nurundan ve hikmet huzurundan kaynaklananbu İslami yükselişi tekrar başlatmak için,geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanların Kur’an adaletini ve Peygamber Efendimiz (SAV)’in sünnetini temel alan bir yol göstericiliğe ihtiyaçları vardır.
İşte bu tarihi ve talihli projenin hayata geçirilmesinde Türkiye’ye büyük bir rol düştüğünü özellikle hatırlatmamız lazımdır. Çünkü Türkiye, hem tarihi ve sosyolojik altyapısının mecburiyeti olarak, hem tabii ve stratejik konumunun gereği olarak, hem de Peygamber Efendimiz (SAV)’in Hadislerinde müjdelediği gibi, içinde bulunduğumuz ahir zamanda çok önemli sorumluluklar taşımaktadır. Bu önemli sorumluluklarının başında tüm İslam dünyasının birleşmesi için öncülük etmek vardır. Unutmamak gerekir ki Türkiye, sözünü ettiğimiz manada bir İslam Birliği’ni kurmuş ve beş yüzyıldan uzun bir süre başarıyla idare etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Bu sorumluluğu tekrar üstlenebilecek bir toplumsal altyapıya ve devlet geleneğine sahip durumdadır. Dahası Türkiye, İslam dünyasının Batı ile ilişkileri en gelişmiş ülkesidir ki, bu Batı ile İslam dünyasındaki sorunların çözümünde arabuluculuk yapabilmesine olanak sağlayacaktır. Türkiye’nin tarihsel olarak anlayışlı ve mutedil olması; Türkiye’nin İslam dünyasında dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğunun izlediği Ehli Sünnet inancını, Şia dâhil diğer tüm mezhep ve meşrep gruplarını kucaklayan bir yaklaşımı temsil etmesi de, onu İslam Birliği’ne önderlik etmeye aday kılan önemli bir vasıftır.
Kürt sorunu suni bir kavramdır.
Böyle bir sorumluluk altında ve İslam Birliği’ni kurma ortamında “Kürtlere ayrı devlet” safsatası tam bir akılsızlıktır, hatta intihardır. Uzun yıllardır ülkemizde yaygın olarak kullanılan ama kesinlikle yanlış ve yanıltıcı olan bir “Kürt sorunu” terimi vardır. Bu “Kürt sorunu” ifadesi yıllarca pek çok insanı aldatmayı başarmıştır. Öyle ki insanların bir kısmı, Kürt kardeşlerimizden kaynaklanan bir sorun ile karşı karşıya olduklarını zannetmeye başlamıştır. Sanki Kürt kardeşlerimiz bu vatanın bir evladı, Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaşı değilmiş gibi, Türkler ve Kürtler arasında suni bir husumet olduğuna inandırılmıştır. “Kürt sorunu” ismi işte bu şekilde kasıtlı ve kışkırtıcı bir propaganda malzemesi haline getirilmiş durumdadır. Devamını okumak için tıklayınız.