Pazarlık Partisi ve PALAVRA İKTİDARI

1060
Paylaş:

24 Ağustos 2017

Abdurrahman Dilipak’la Ali Bulaç’ın “AKP bir Dış Projedir” itirafları

Bir öğretim üyesi/işadamının Çamlıca sırtlarından Marmara’ya bakan yamaçlarındaki villasında kamuoyunun yakından tanıdığı 5-6 gazeteci vardı. Mevsim, sonbahardı. Misafirler bahçede ve havuzun etrafında dolaşıp ayaküstü sohbet ettikten sonra bir üst kattaki geniş salona taşınmış, 100 metrekareye yakın salonun denize bakan taraftaki koltuklarına kurulmuşlardı. Toplantıyı organize eden eski gazeteci yeni siyasetçi kadın, sohbetin uygun bir yerinde şu soruyu ortaya atmıştı:

– AKP ile ilgili düşünceniz nedir? Biz yeni bir parti kurduk, bu parti ile ilgili yaklaşımınız nasıl?

Soru “ortaya karışık” misali herhangi bir kişiye yöneltilmeden atılmıştı. Ama İslamcı kesimce yakından tanınan ve belli çevrelerce “kanaat önderi” sayılan Abdurrahman Dilipaksoruyu kendisine yöneltilmiş kabul edip söze başlamıştı: “AKP bir proje partisidir. 90’lı yılların ortalarına doğru Batı’da hazırlanıp Türkiye’de hayata geçirilmiş bir partidir.” deyip çıkmıştı.Abdurrahman Dilipak sadece İslamcı kesimin değil, AKP’lilerin de iyi bildikleri, “Abi” diye hitap ettikleri, partiye açıktan verdiği destekten dolayı da minnettarlık hissettikleri bir insandı ve şunları anlatmıştı: “Bakın 90’lı yılların ortasına doğru, siyasal İslam rüzgârları güçlü esmeye başladıktan sonra Türkiye’ye sık gidip gelinmeye başlanmıştı. ABD, İsrail ve İngiltere’den gelenlerdi bunlar. Kendileri ile işbirliği yapacak gruplar arıyorlardı. Farklı isimlerle görüşmeler yapılmıştı ve bizimle de temas kurmuşlardı. Görüşmelerde dile getirdikleri konu şunlardı:

– Biz Türkiye’de siyasal İslamcılarla çalışmak istiyoruz, çünkü yükselen trend siyasal İslam’dır. Erbakan Hoca bu yükselen trendin en iyi göstergesi konumundadır. Biz sizinle çalışmak istiyoruz. Bunun şartlarını gelin birlikte hazırlayalım.” diyorlardı. “Görüşülen isimler arasında Tayyip Bey ve Abdullah Bey de bulunmaktaydı. Hatta bu müzakere ekibinin içinde ben de vardım.”

Aynı villada bulunan gazeteciler Abdurrahman Dilipak’ı yakından tanıdıklarını sanmaktaydı. Hatta onun bazı karmaşık ilişkileri konusunda kafasında soru işaretleri de vardı. Ama hem“Erdoğan’ın Batı işbirlikçisi olduğunu söyleyip, hem de müzakere ekibinin içinde kendisinin de olduğunu itiraf etmesi” karşısında şaşkınlığa uğramışlardı. Dilipak, bu kez o görüşmelere şahitlik eden birinin adını açıklamıştı. Üstelik adını verdiği kişi de aynı villada bulunmaktaydı. Bakın bu görüşmelerin bir kısmının içinde Ali Bey de vardı” diyerek kocaman elinin başparmağı ile hemen yan tarafta oturan Ali Bulaç’ı gösteriyorlardı. Ali Bulaç da kafası ile onay işareti yapmıştı. Dilipak, “bu teklifin Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan’a da yapıldığını, ama O’nun kabul etmeye yanaşmadığını” da açıklamıştı. Aslında bu görüşmelerde, Batılı muhataplar öyle diplomatik dil falan kullanmamıştı: ‘Bize düşen yükümlülükler’ ve ‘sizden beklentilerimiz’ diye bunları net bir şekilde ortaya koymuşlardı ve kendilerinin yapacaklarını şöyle sıralamışlardı:

1- Biz sizi iktidara taşıyalım.

2- Size gereken finansı (topluma tanıtma ve taraftar toplama masraflarını, imkânlarını) sağlayalım.

3- İktidarınızda size sıkıntı çıkaracak (TSK gibi) unsurların etkinliklerini ortadan kaldıralım.

Sizden istediğimiz şeyler de şunlardır:

1- İsrail’in güvenliğini artıracaksınız. Önündeki engelleri kaldıracaksınız.

2- Sınırların yeniden düzenlenmesi anlamına gelen Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirip uygulayacaksınız.

3- İslam’ın yeniden yorumlanmasında (ılımlı İslam algısında) bize yardımcı olacaksınız.

İslamcı yazar Abdurrahman Dilipak konuşmasıyla bu kez salondaki bir kişi hariç herkesi şaşırtmış, ev sahibi Abdurrahim Karslı’ya dönüp parmağıyla işaret ederek: “Ben o zaman ‘beraber çalışalım’ diye bir hafta bu arkadaşa gittim geldim. Beyefendi kabul etmedi.” itirafında bulunmuşlardı.[1]

Ali Bulaç Zaman’daki köşesinde bunları doğrulamış, başka marifetlerini de yazmıştı:

“Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AKP’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söylediği o toplantıda Ben de vardım, 40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler olsa da- anlattı. Mesele şu: 1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli (ama bizimle de iyi geçimli) bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.”

Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan Hoca’ya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak O reddetti. Erbakan Hoca vefatından önceki son görüşmemizde AKP’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir!

Karslı’nın evinde Dilipak, şunları da söyleyip Erdoğan’ı aklamaya çalışmıştı: “AKP böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.” diyen Dilipak’ı haklı çıkarmaya çalışan Ali Bulaç Siyonist-Haçlı Batı sistemine sadakati savunmaktaydı.

Kısaca Abdurrahman Dilipak da, Ali Bulaç da, Türkiye’nin ılımlı İslamcılık kılıfı altında Siyonist Batı düzenine entegrasyonunda rol almışlardı ve malum odakların arabulucu adamlarıydı. İstanbul ve İzmit merkez ilçe teşkilatlarının eğitim toplantısında bu konuyu gündeme taşıyan Sn. Mustafa Kamalak’ın hemşehrisi Abdurrahman Dilipak’ın adını vermekten çekinmesi ise dikkatlerden kaçmamıştı. TV 5’te yayınlanan 2 Ocak 2015 tarihindeki Avrupa Saadet Şöleni’nde konuşan Sn. Kamalak, geçmişte ve günümüzde Milli Görüş’e emeği geçmiş muhterem kişilerden bazılarına şükranlarını arz ederken bir sefer olsun Erbakan’ı rahmet ve minnetle hatırlamamış ve ağzına almamıştı. Bunun gibi Siyonizm’i de bir kelime olsun kullanmamıştı. Yoksa Batılı odaklara “Erbakan’dan farklı olduklarını” ispatlamaya mı çalışmıştı? Ve konuşmasının başında herhalde heyecandan unuttu, ama o kadar da nankör olmaz belki ortasında ve sonunda bu davanın Lideri ve şahsi manevisi olan Erbakan’ı bir sefer olsun hatırlayıp rahmet okur diye beklentimiz de maalesef boşa çıkmıştı…

Anlaşılan, Batılı ajanların, Türkiye ve Erbakan’ı saf dışı bırakıp, İslam soslu AKP’yi kurup iktidara taşıma operasyonlarında Abdurrahman Dilipak siyasal İslamcı münafıkların, Ali Bulaç ise Cemaatçi yapının temsilcisi konumuyla o toplantılara katılmışlardı. Sahi, “Şeriat düzenini yıkıp Batılı değerleri getirdiği gerekçesiyle, Mustafa Kemal’i KÂFİR sayan Dilipak ve Cemaat mensupları, şimdi Batı’nın güdümünde ve dünya sistemine entegre bir AKP’nin iktidara taşınması için, gavurlarla işbirliği yapmanın, kâfirden daha aşağı sayılan MÜNAFIK durumuna düşmüyorlar mıydı?

AKP bir projeydi tartışmasını başlatan Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, Milli Gazete’ye şu açıklamaları yapmıştı: Bu sessizlik projeyi onaylamaktır!

Merkez Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Abdurrahim Karslı, AKP kanadından bu konuda hiçbir açıklamanın gelmediğini söyleyerek, sessizliğin projeyi doğruladığını vurgulamıştı.Bir televizyon kanalında kendi evinde gerçekleşen bir toplantıyı anlatan ve ‘AKP bir projeydi’ tartışmasını başlatan Prof. Dr. Abdurrahim Karslı, Milli Gazete’ye çarpıcı değerlendirmeler yapmıştı. Gazeteci Abdurrahman Dilipak ve Ali Bulaç’ın da konuya ilişkin teyit yazılarından sonra konuşan Karslı, “iktidar cephesinden bir ses çıkmamasını, projeyi doğruladığının teyidi olarak yorumlanması gerektiğini” hatırlatmıştı. “Çözüm süreci PKK’nın faaliyet alanını genişletme sürecidir” diyen Karslı, PKK’nın bugüne kadar bütün dediklerini yaptırdığını açıklamıştı.

AKP’nin kuruluş aşamasında Erdoğan’ın karanlık irtibatları

Karasinekler, iltihaplı yaraları arayıp kondukları gibi, Siyonizm’in süvarileri de makam ve menfaat düşkünlüğü dışa vurmuş tipleri bulup, onları kendi milletine ve ülkesine karşı kullanmakta ustalaşmıştır. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de (aslen Yahudi olup Siyonizm’in Türkiye ve Ortadoğu stratejisti) Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı Tayyip Erdoğan’ı keşfetmesinden sonra Erdoğan, malum medya marifetiyle toplum gündemine taşınmış, İlçe Başkanlığından İl Başkanlığına, oradan belediye başkanlığına ve derken Parti kurulup başbakanlık adaylığına varan hızlı yükseliş trendi başlatılmıştır. Erdoğan’ın Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, ardından Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştır. İlk defa 17-21 Nisan 1995’te başlayan, daha sonra 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, Cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri bunların bazılarıdır.

Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında 15 Ekim 1996 günü ziyaret eden Abramowitz’in “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!..” sözleri basında yer almış ve “Tayyib’in bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD’nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı” şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazeteler “Abramowitz Erbakan’ın yerine Tayyib’i hazırlıyor” manşetlerini atmıştır.

Abramowitz ise zaten bu gerçeği çok önceden ve Ertuğrul Özkök’ün köşesinden şöyle açıklamıştır: “Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı görünen Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz.”[2]

Bilindiği gibi her olayın bir görüneni, bir de derinliği vardır. Temel fizik kuralıdır: “derinlik kolay oluşmaz, zaman lazımdır!” Şimdi AKP’ye derinlemesine bir bakalım. İlk göze çarpan ilişki, Korkut Özal-Tayyip Erdoğan irtibatıydı. Gözü keskin insanlar, AKP üzerindeki Korkut Özal hakimiyetini hemen kavramışlardı. İşte ilginç ve esrarengiz danışman ve gizli kabine bakanı(!) Cüneyt Zapsu’ya bakın, beynelmilel ve önemli bir adamdı. Tayyip Beyin danışmanıydı ve Korkut Özal’ın da bir numaralı adamıydı. Korkut Özal’la Cüneyt Zapsu’nun birlikteliklerini anlamak için, Demokrat Parti’yi hatırlamak yeterli sayılırdı. Zapsu, Korkut Özal’ın Demokrat Parti Başkanlığı döneminde, O’nun Genel Başkan Vekilliğini yapmıştı. Bu arada Mücahit Arslan ismini hatırlayacaksınız… AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın oğluydu. Eğer hükümetle bir işiniz varsa ve işinizin görülmesini istiyorsanız, tek adres olarak Mücahit Arslan gösteriliyordu. Bu zat “olsun” dedi mi, hükümette olmayacak işiniz yokmuş! Bu kadar etkili olan Mücahit Arslan Tayyip Bey’in “kare aslarından” biri sayılıyordu. Yine ilginçtir, Tayyip Bey’le Mücahit Arslan’ı tanıştıran isim de Korkut Özal oluyordu. Dikkat ederseniz bu kişiler Hükümet üzerinde en etkili isimler olmasına rağmen, hiçbiri ön plana çıkmıyordu. Daha etkili olmak için, etiketsiz olmak; yani perde arkasında durmak gereğini bunlar biliyordu. Çünkü: “göz önünde olmak, gözlerin üzerinizde olmasını sağlıyordu”. Bu da, derinlik teorisine ters düşüyordu.

Şimdi derinliğin ilk oluşum dönemini hatırlayalım. Yani MSP’li yıllara dönüp bakalım. Bilenler bilir, Milli Görüş içinde ilk ayrılış MSP döneminde yaşanmıştı. Ayrılık hareketinin başını çekense, tabii ki Korkut Özal’dı. 1977 MSP Kongresinde Hoca’ya karşı aday olmuşlardı… Şimdi, 10 puanlık uzman sorusu; peki Korkut Özal o sırada en yakın desteği kimlerden almıştı? Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç bunların başındaydı… Nerden baksanız, Tayyip Erdoğan-Korkut Özal-Bülent Arınç işbirliğinde, çeyrek asrı aşan bir derinlik vardı. Yani siyasette hiçbir şey tesadüf sayılmazdı. Ve Korkut Özal, bu derinliğin Türkiye ayağıydı. Daha derin kökleri ise, K. Özal’ın, yıllar önce katıldığı bir Star TV Kırmızı Koltuk programında sarf ettiği; “Türkiye İsrail’in liderliğinde oluşacak bir Orta Doğu ortak pazarına girmelidir!” sözlerinde saklıydı…

Tayyip Erdoğan’ın Abramowitz’in ziyaretinden sonra Erbakan Hoca’dan uzak durmaya başladığı ve Hoca’nın İstanbul’daki açılış törenlerine bile katılmadığı da dikkat çekici bir ayrıntıydı.[3] Erbakan Hoca, elbette bütün bunların farkındadır. Ama O, hem İstanbul’da büyük başarılar kazanılması yolunda bu rüzgârdan yararlanmayı, hem de T. Erdoğan’ın bu tuzaktan kurtulacağını ummaktaydı. Ve tabi içimizden bazıları şimdilerde her ne kadar “biz bu hıyanetleri yeni anlamaya başladık” deseler de, aslında Erbakan Hoca’ya bir rakip hazırlanmasından ve Milli Görüşün altının oyulmasından gizli bir memnuniyet duymaktaydı.

O sırada Abramowitz-Erdoğan görüşmelerini ayarlayan kişilerden birisi ise gazeteci Ruşen Çakır’dı. Ruşen Çakır 1992’de Türkiye’ye gelen CIA Ortadoğu şefi ve Yahudi asıllı Graham Fullerle görüşüp, ılımlı Amerikancı İslamcılar hakkında bilgiler verip onların ele başlarıyla buluşmalarını da sağlamıştı. Bunun arkasından Çakır, Graham Fullerin de yetkili olduğu Rand Corporotion’dan burs alarak Amerika’ya yollanmıştır. Daha sonra Milliyet Gazetesine “özel Muhabir” atanan Ruşen Çakır İsrail’e gidip birkaç ay kalmıştı. Ruşen Çakır şimdi de, Dönme İsmail Cem’in YTP’sine katılmıştı.

312-2’den aldığı cezanın onanmasından bir gün sonra 28 Eylül 1998’de, ABD’nin İstanbul başkonsolosu Bayan Caroline Hagins, Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında ziyaret edip, Washington’un talimatıyla, “bu tür gelişmeler, Türkiye demokrasisine olan güveni azaltır” açıklamasını yapmıştı. Oysa aynı ABD yetkililerinin Erbakan’a karşı girişilen, haksız yere partilerini kapatma, hükümetini yıkma ve cezaevlerine tıkma olayları karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları dikkatlerden kaçmamıştı. Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi kurmadan önce 18 Temmuz 2001’deİsrail büyükelçisi David Sultan’la bir görüşme yaptığı ve ona “Yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği” yolunda garanti verdiği konuşulup yazıldı. Bu David Sultan, uzun yıllar İsrail ordusunda görev yaptıktan sonra dışişleri kadrosuna alınan azılı bir İslam düşmanıydı…[4] Hatırlanacağı gibi, daha önceleri Erbakan Hoca’ya “İsrail ve Amerikan karşıtı politikaları terk edelim” teklifini getiren kişi olan Korkut Özal da Tayyip Erdoğan’ın fikir babalarındandı.

Tayyip Erdoğan ve ekibinin, AKP’yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliğinde görevli üst düzey mason, müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve yine Abdullah Gül’ün İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan’ı makamında ziyaret edip parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği basına sızmıştı. Ve zaten Londra Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Türkiye Uzmanı Dr. Andrew Mango, Abdullah Gül’ün sık sık ABD ve İngiltere’ye giderek görüşmeler yaptığını açıklamıştı.[5] Dış güçlerin, T. Erdoğan’ın seçimlere sokulmayarak mağdur edilmesini ve bu durumun merhamet istismarıyla AKP’ye birkaç puan daha getirmesini ve böylece kendilerine daha yakın gördükleri ve güvendikleri Abdullah Gül’ün genel başkanlığa seçilmesini kurguladıkları da sezilmeye başlanmıştı. Ve zaten SP’li Mehmet Bekaroğlu’nun T. Erdoğan’a da yarayacak olan kanun değişiklikleri teklifine AKP yönetiminin özellikle ilgisiz kalmaları da bu görüşümüzü haklı çıkarmaktaydı… Ve AKP’ye hangi zihniyetin hâkim olduğunu ortaya koymaktaydı…

Ülkemize hıyanet ve hakaretleriyle meşhur AB’nin eski Türkiye temsilcisi Bayan Karen Fogg da “Erdoğan’ın Hıristiyan Demokratlara benzediğini, sol ve sağın boşalttığı alana yöneleceğini, siyasal ve ekonomik bakımdan batılı değerlere yanaşacağını ama bunlara ahlaki ve kültürel bakımdan yerli öğeler katacağını ve başarılı olacağını” ortaya atmıştı.[6] Böylece, AKP’nin IMF zehirine, yerli çikolata sürerek millete yutturacağı anlaşılmıştı.

Daha da düşündürücü olanı, Tayyip Erdoğan’ın Yenilikçi Hareketine, meşhur Siyonist ve CIA ajanı Graham Fuller’in tam destek vermesiydi… Fuller, Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ve “ılımlı İslam”a öncülük etmesi gerektiğini ileri sürmekteydi. Bir röportajında“Fazilet Partisindeki gençlerin baskın çıkacağı ve Yenilikçi Hareketin ılımlı İslam’a liderlik yapacağı” kehanetini dile getirmekteydi!?..[7] Batılı güçlerin ve masonik merkezlerin sık sık seslendirdiği “ılımlı İslam”, Siyonizm’in sömürü saltanatına taşeronluk yapacak… Kur’an’ın adalet ve asaleti öngören kurum ve kavramlarını teferruat sayıp yozlaştıracak… Müslümanları köle ruhlu, uysal ve uygar(!) vatandaşlar haline sokacak bir anlayışı ifade etmekteydi.

Türkiye için tasarlanan “ılımlı İslam’ın” siyasi aktörlüğüne: “Biz din eksenli parti değiliz…” “Dinsel milliyetçiliği reddederiz…” “Adil Düzen, faizsiz sistem, İslam Birliği gibi içi doldurulmamış kavramları terk etmişiz, değişmişiz…” “Milli Görüş markasıyla alakamızı kesmişiz…” itirafında bulunan Tayyip Erdoğan; Dini önderliğine ise Fetullah Gülen seçilmiştir. Ahmaklara sorarsanız, hakkında açılan mahkemelerden kaçarak Amerika’ya sığınan Fetullah Gülen’in bu davranışı “Hicret”, Mason zenginlerin yüz binlerce dolar karşılıksız burs vererek Tayyib’in kızlarını, oğlunu ve gelinini Amerika ve İngiltere’de okutması, başörtüsü yasağından kaynaklanan bir “mağduriyet”ti. Açıkça görüldüğü gibi dini kavramları ve manevi duyguları istismar etmek, bunların mesleği idi. Mayıs–2000 de gerçekleşen ABD ziyaretinde Tayyip Erdoğan, orada yaşayan Fetullah Gülen’le görüşerek kuracakları partinin genel politika ve projelerini değerlendirmişlerdi. Bu arada Erdoğan-Gülen arasındaki köprü görevini eski radikal İslamcı yazar bilinen ve “Mekke Resullerin Yolu” gibi kitaplarını şimdi inkâr eden Ali Ünal üstlenmişti, İstanbul Washington arasında gidip gelmekteydi. Fetullah Gülen-Tayyip Erdoğan partisinin teorik temellerinin hazırlanmasına Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru katkı vermekteydi… Ve yine Fetullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı ve İshak Alaton, Üzeyr Garih gibi Musevi iş adamlarına ödül dağıttığı Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfının düzenlediği meşhur Abant Toplantılarında bu yeni oluşumun siyasi zihniyet ve şahsiyetleri eğitilip yetiştirilmekteydi.

Sn. Erdoğan’ın Gizlenen Yalta Buluşması

Yalta, Kırım’ın Karadeniz’e en uç noktasındaki bir liman kasabasıydı ve meşhur Sevastopol’un 100 km. doğusundaydı. Şimdi Kırım Özerk Cumhuriyetine bağlı ve çok saygın ve yaygın (gizli ve açık) Yahudi ailelerin yaşadığı YALTA’daDevamını okumak için tıklayınız.


[1] Ünal Tanık, 16 Aralık 2014, Rota Haber

[2] Bak: Hürriyet-1994

[3] Milliyet – 24 Nisan 1995

[4] Bak: Yenilikçi Hareket- Nasuhi Güngör.sh.97

[5] 7 Mayıs 2000-Aydınlıktaki röportajı

[6] Milliyet, 23 Temmuz 2002

[7] Aktüel Dergisi, 520.sayı

[8] Milliyet / Sami Kohen / 15 09 2012

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.