ERBAKAN’IN HİZMET METODU VE STRATEJİSİ

917
Paylaş:

24 Ekim 2017

Stratejik hedeflere, İslami ve insani modellere ulaşmak için; günümüzde siyasi hizmetlerin ve buna bağlı girişim ve gayretlerin ne kadar gerekli, hikmetli ve isabetli olduğu giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Şunu peşinen belirtelim ki; İnandığımız haklı ve hayırlı bildiğimiz için sahip çıktığımız bir kısım gerçekleri başkalarına zorla kabul ettirmek gibi bir kastımız ve sıkıntımız yoktur; amacımız tarihi ve Kur’ani gerçekleri ortaya koymaktır.

Öncelikle hatırlatalım ki, herhangi bir hizmet ve hareketin başarıya ulaşması için, onun Sünnetullah‘a uygun olması şarttır. Nasıl ki Cenab-ı Hakk; gece-gündüzün dönüşümünü, mevsimlerin dolaşımını, ekinlerin oluşumunu, belli esaslara ve kurallara bağlamıştır, “Tabiat Kanunu” olarak bilinen bu doğal düzene “Sünnetullah” ve “Adetullah” denir ve bunlar asla değişmez İlahi kanunlardır. “Ve la tecidü li sünnetillahi tahvila. Ve la tecidü li sünnetillahi tebdila” gibi ayetler Sünnetullah’ta hiçbir değişiklik bulunamayacağını vurgulamaktadır.

Örneğin; Cenab-ı Hakk’ın adeti, ekinleri baharda bitirmek yazın olgunlaştırmaktır. Biz, zamanı gelmeden, tarlayı istediğimiz kadar sürelim, en verimli gübreyi atıp ve en seçme tohumu ekelim, yine de kışın ortasında ekin yeşermeyecek hasat ve harman olmayacaktır. Baharı ve yazı beklemek zorundayız. Doğan bir bebeğin olgun insan seviyesine gelmesi için yine çocukluk ve ergenlik çağlarını geçirmesi ve uzun yıllar beklemesi gerekli kılınmıştır. Hiçbir suni gayret ve zorlama ile, birkaç ay içinde çocuğun olgunlaşması sağlanamayacaktır. Çünkü, Allah’ın adeti ve tabiat sistemi neyse öyle olacaktır. Öyle ise biz Adetullah’a, yani doğal kurallara, uygun iş yapmak zorundayız. Allah’ın bizim keyfimize, kendi sünnetini, kural ve prensiplerini değiştireceğini sanmak saflıktır.

Bu durum, her asırdaki tevhid ve tebliğ hareketinin hizmet metodunda da böyle olmaktadır. İlim ve ibret nazarıyla, tarih boyunca devam eden Hak-Batıl mücadelesine baktığımızda, her çağda insanların en çok rağbet ettikleri, ve kıymet verdikleri ne ise, Peygamberlerin o cins mucizelerle, müceddid ve mürşitlerin de, o gün için gerekli ve geçerli olan hizmet ve hareketlerle halkın karşısına çıktıkları anlaşılmaktadır. İşte bu gerçek, hizmet ve faaliyetlerimizde başarılı olmak için mutlaka uyulması gereken bir Adetullah ve Sünnetullah olduğunu ortaya koymaktadır.

Şimdi meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bizzat Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerle ilgili kıssalara bir göz atalım.

Tarihi kaynaklardan anlıyoruz ki, Hz. Davut (as) zamanında, halkın en çok ilgi gösterdiği ve öğrenmek istediği meslek, demircilik sanatıydı. Herkes bu sahada yarışıyor, herkes çocuğunu bu sanatta yetiştirmek istiyordu. Güncel sohbetlerin konusu bile, “Filan demirci ustası şöyle bir ev gereci veya av aletini yapmış” gibi şeyler oluyordu. İşte bu yüzdendir ki Cenab-ı Hakk, Hz. Davud (as)’a, demiri avucunda hamur haline getirip yoğurmak ve istediği şekle sokmak gibi, hiçbir demirci ustasının erişemeyeceği bir mucize ve marifetle onların karşısına çıkarıyordu. Ta ki dikkatleri üstüne çekebilsin, merak ve menfaat damarıyla insanları etrafına toplayabilsin ve asıl tebligata zemin hazırlayabilsin.

Cenab-ı Hakk Sebe suresi 10-11. ayetlerinde “Andolsun, Biz Davud’a Tarafımız’dan bir fazl (üstünlük) verdik. “Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin (ve tüm gizli hazine ve madenlerinizi hizmetine verin” dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve Ona demiri yumuşatıp (emrine verdik). “Geniş zırhlar imal et; (onları) düzenli bir biçime sok (ölçülü şekilde üret) ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim” (diye vahyettik)”, buyurmakla bu gerçeği ifade ve ispat etmektedir.

Ayrıca Enbiya suresi 80. ayetinde:

Bir de size harbin şiddetinden korunmanız için elbise (zırh) yapma sanatını (ve tekniğini) öğrettik (ki) bunlara karşılık siz şükredenlerden misiniz? (Deneyip görelim)”, buyrularak harp sanatı ve silahlarının yapımına ve ağır sanayiye teşvik ve işaret edilmektedir.

Yine tarihe ve Kur’an-ı Kerim’e bakıp anlıyoruz ki; Hz. Yusuf (as) zamanında insanların en çok merak ve dikkat ettikleri konuların başında rüya tabiri gelmektedir. En çok hürmet ve rağbet ettikleri kimseler de rüya tabircileri oluyordu. Kur’an’da Yusuf suresinde sık sık görülen rüyalardan ve bu rüyaların tabirlerinden bahsedilmesi, anlattığımız konuya açık bir örnektir. İşte böyle bir ortamda Cenab-ı Hakk’ın Hz. Yusuf’u “Görülen rüyaları en doğru ve doyurucu olarak yorumlamak” şeklinde bir mucize ile desteklemesi ve göndermesi Adetullah’ın icabı ve duyulan ihtiyacın bir sonucuydu. Önce Hz. Yusuf’un kendi gördüğü rüyayı babası Hz. Yakub’un tabiri ve doğru çıkması, sonra zindan arkadaşlarının rüyalarını Hz. Yusuf’un isabetli tabiri, derken kralın 7 semiz ineği, 7 cılız ineğin yemesi, yine 7 yeşil başağı, diğer 7 kuru başağın yutması şeklindeki rüyasını tabir için, bilge kişileri toplayıp;

“…Ey önde gelen (kâhin-bilginler), eğer rüya tabir ediyorsanız benim bu rüyamı çözüverin demişti.[1] Onlar da, “Bu gördükleriniz karmakarışık rüyalardır. Biz böyle karışık rüyaların tev’il ve tabirini bilemeyiz” diyerek (acizliklerini itiraf etmişlerdi).”[2] İşte tam bu sırada Hz. Yusuf’un: “Bu Rabbimin bana ilettiği ve öğrettiği ilimlerdendir”, diye ifade ettiği bir mucizeyle kralın rüyasına isabetli bir yorum getirmesi ve Mısır’a Hazine Bakanı olmaya zemin hazırlaması, mevcut şartların tabii neticesiydi ve böyle olması gerekiyordu.

Yine bunun gibi, Hz. İsa (as)’ın, abraşlık gibi tedavisi çok zor ve sıkıntı verici bir deri hastalığını iyileştirmek, kör gözleri açmak ve ölüyü diriltmek gibi, tıbbın, değil o gün, bugün bile erişemediği mucizelerle gönderilmesi, yine halkın dikkatini ve rağbetini çekmek ve asıl tevhid davasını izah ve ispat etmek içindi. Maide suresinin 110. ayetini birlikte okuyalım:

“…İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş olup (uçuverdi). Doğuştan kör olanı ve (deri hastalığı olan) alacalıyı iznimle iyileştirdin, (yine) Benim iznimle ölüleri (tekrar hayata) çıkarıverdinZaten halkın da Hz. İsa’dan istediği mucize ve marifetler genellikle bu cins şeylerdi.

Hz. Musa (as) döneminde en çok ilgi duyulan ve rağbet edilen meslek ve marifet ise sihirbazlıktı. Firavun, Hz. Musa’yı halkın huzurunda, bütün ülkeden topladığı seçme sihirbazlarla yarışmaya çağırdığı zaman, Hz. Musa; “Ben bir peygamberim. Hokkabazlıkla işim yok,” demiyordu. Sihirbazlık sahnesinde davasını tebliğ ve Hakk’ı temsil için bulduğu bu fırsatı değerlendirmeye koşuyordu. Cenab-ı Hakk da, Sünnetullah gereği orada, o anda lüzumlu ve geçerli olan sihirbazlık cinsinden bir mucizeyle peygamberini destekliyor ve ona Asa’yı gönderiyordu. Çünkü, halkın rağbeti ve dikkati sihirbazlığa idi ve o konudaki başarılar alkışlanıyordu ve herkes o konuda yarışıyor, o konuları konuşuyordu. Taha suresinde Cenab-ı Hakk buyuruyor: (Artık herkes meydana toplanınca, sihirbazlar Hz.) Musa’ya, “Sen mi (önce marifetini ortaya) atacaksın, yoksa biz mi atalım?” diye (sormuşlardı).”[3]

“(Hz.) Musa da “siz atın” da (marifetinizi görelim) buyurmuşlardı. (Bunun üzerine sihirbazlar öyle acayip hünerler ortaya dökmüşler ve halkın gözlerini büyülemişlerdi ki, onları dehşet ve korku kaplamıştı. Böylece büyük bir sihirbazlık gösterisi yapmışlardı.) Sihir olarak yere attıkları ipleri ve değnekleri gerçekten koşuyormuş gibi göstermeyi (başarmışlardı).”[4]

Tam bunun üzerine Cenab-ı Hakk Hz. Musa’ya; “Şimdi sağ elindekini yere bırak, onların yaptıklarını (tek tek) yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilekârlığıdır. Sihirbazlar hangi hünerle ortaya çıkarsa çıksın, nereye varırsa varsın, iflah olmayacak (ve başarıya ulaşamayacaktır).”[5]

(Artık gerçek anlaşılmış böylece onların bütün yaptığı numara ve hileler boşa çıkmıştı. İşte orada hem sihirbazlar -dolayısıyla Firavun- yenilgiye uğramışlardı ve küçülüp, mağlup şekilde çekilmek zorunda kalmışlardı.) Bunun üzerine (gerçeği öğrenen) sihirbazlar hep birden secdeye kapanmışlar; “Biz Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik” diyerek (herkesi şaşkınlığa uğratmışlardı).[6]

“De ki: “(Artık) Hakk geldi, batıl zail oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur. (Çünkü Hakk gelince batıl batacak, güneş doğunca karanlık kaybolacaktır).”[7]

İşte Hz. Musa sihirbazlık sahasında, Firavun’un oyunlarını bozduğu gibi; Bizler de, Allah’ın izniyle, siyaset arenasında oynanan hile ve hıyanetleri boşa çıkaracağız. Bugünkü siyaset cambazlarının Hakk’ın karşısında secdeye kapanacakları dönem de yakındır. Medya sihirbazlarının, halkın gözünü büyüleyen ve gönlünü kirleten TV yayınlarının sihirlerinin de bozulacağı günler yaklaşmaktadır. Elbette her Firavun’un bir Musa’sı, her Musa’nın da bir asası mutlaka bulunacak ve mazlumların ahı, zalimlerin saltanatını yıkacaktır.

Şimdi gelelim bizim peygamberimiz, Hz. Muhammed (sav) dönemine: Efendimizin göreve başladığı zaman ve mekânda, Araplar arasında şiir ve edebiyata rağbet oldukça yüksek ve yaygındı. Şair ve hatiplere, “Yarı Tanrı” nazarıyla bakarlardı. Güzel konuşmak, akıcı ve etkili şiir okumak bir tutku halini almıştı. İşte Peygamber Efendimize, her peygambere verilen mucizeler yanında, en önemli ve en büyük mucize olarak verilen Kur’an-ı Kerim’in, erişilmez belâgat ve fesahatı (akıcılık ve tatlılığı) karşısında müşrikler, Arapların yarışmaları ‘sonucu yaldızlı harflerle yazıp Kâbe’ye astıkları meşhur şiirlerini, “Kur’an geldikten sonra, bunların asılı durması yakışıksızdır. Güneş doğduktan sonra mumları halâ yanık tutmak manasızdır” diyerek kendi elleriyle indiriyor ve yırtıyorlardı. Hatta, “Artık Ey Resulüm, emrolunduğun şeyi kafirleri çatlatırcasına açıkla, cahillerden yüz çevir!” ayetini duyan meşhur bir şair hemen secdeye kapanıyor. “Ne oldu, yoksa iman mı ettin?” diye soranlara da, “Hayır, bu sözün belâgatına secde etmekten kendimi tutamadım” itirafında bulunacaktı.

Evet, mademki o çağın insanı şiir ve hitabete özellikle rağbet ediyor ve o konuda yarışıyordu. O konuda ilgisi ve bilgisi vardı; o halde o cinsten bir mucizeyle dikkatlerinin çekilmesi gerekiyordu. Efendimiz (sav)’le artık nübüvvet kapısı kapanmıştır. Yeni bir Peygamber gelmeyecektir. Ancak İslam, sadece belli bir asrın değil, kıyamete kadar değişen ve gelişen bütün çağların ve topyekün bütün insanlığın maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap verip doyuracak bir hayat programı olarak, zaman zaman tecdid, yani yeniden doğuş ve diriliş hareketlerine sahne olacaktır.

İşte devr-i saadetten kısa bir zaman sonra, hatta daha bir kısım sahabe hayatta iken, “Kur’an’ı ve Sünneti herkes kendi keyfine göre yorumlama, aynı ayet ve hadislerden değişik hükümler çıkarma”, rahatsızlığı ortaya çıkmıştı. Siyasi tarafgirlik ve mezhep taassubuna, İslam’ı yozlaştırmak isteyen zındıka hareketleri de karışınca, durum daha da kötüleşip karmaşık bir hal almıştı. Müslümanlar bir şaşkınlık ve perişanlık içinde kıvranmaktaydı. Evet, kim haklıydı? Kimlerin sözlerine uyulacak; kimlerin tarafında olunacaktı? Halkın kalbi ve kafası bu sorular ve kuşkularla meşgul bulunmaktaydı. İşte böyle bir zamanda İmam-ı Azamlar, İmam-ı Malikler, İmam-ı Şafiiler gibi büyük müçtehid imamların çıkmaları, Kur’an ve Sünnetteki en uygun manayı, en ilmi metotlarla ortaya koymaları, bir kuru heves ve tesadüfün eseri değil, ciddi bir ihtiyacın neticesi olmaktaydı. Ve Sünnetullah böyle bir hizmeti gerekli kılmaktaydı.

Yine, Emeviler elinde giderek saltanata ve zorbalığa dönüşen hükümet yönetimi ve İslami kuralların terk edilmesi, Müslüman toplumu ciddi ciddi düşündürdüğü ve artık herkesin her yerde “Halimiz nedir, gidiş nereyedir, sonumuz ne olacak?” diye üzüldüğü bir dönemde, bir Ömer İbni Abdülaziz Hazretlerinin çıkıp yeniden “İslami adaleti devlet yönetimine hâkim kılma” şeklindeki değişim ve düzelme hareketini yapması, yine o günkü ihtiyacın ve Sünnetullah’ın icabıydı.

Daha sonra, tarikat ve tasavvuf hareketinin hızla yayıldığı,Devamı için tıklayınız.

 

 


[1] Yusuf: 43

[2] Yusuf: 44

[3] Taha: 65

[4] Taha: 66

[5] Taha: 69

[6] Taha: 70

[7] İsra: 81

[8] Yusuf: 55

[9] Yusuf: 76

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.