Yürütülen FETÖ operasyonlarında, fırsatçıların iftira silahı, mağdurların ahını artırmakta, giderek çoğalan mazlumların feryadı Arşa dayanmaktaydı… Kimilerinin intikam duyguları kabarmış, kimilerini iftiraya uğrama kuşkuları bunaltmış, kimileri“kendilerini gizleme, rakiplerini temizleme” kurgularıyla şeytanlığa başlamıştı. Mağdurların bu denli arttığı hiçbir dönem, huzurla kapanmamıştı. Üstelik Sn. Erdoğan da, suni de olsa bir mağduriyet edebiyatıyla iktidara taşınmıştı.
FETÖ ile Hükümetin arasının iyice açıldığı Dershane Kavgaları’ndan itibaren defalarca ve ısrarla hatırlatmıştık: ABD ve CIA himayesinde açıkça Dinimize ve Devletimize aykırı hıyanetlere karışan, hatta Hırant Dink olayındaki gibi cinayetlere bulaşan üst düzey FETÖ’cü kadrolarla ve çete elemanları mutlaka ayıklanmalı ve cezalandırılmalıdır; ancak dini bir gayretle, Milli ve manevi hizmet niyetiyle bir şekilde bu cemaate girmiş ve destek vermiş olan polis, öğretmen, işçi, işveren, ticaret ehli, öğretim görevlisi, serbest meslek sahibi kimseler toplu mağduriyete uğratılmamalıdır. Hatta Türkiye’deki ve yurt dışındaki farklı statüdeki okullar ve dershaneleri kapatmak yerine, karanlık ve kiralık ajanlardan kurtarılması ve kontrol altına alınıp hayırlı ve yararlı istikamette kullanılması gerektiğini vurgulamıştık. Bütün istihbarat teşkilatları, yüzlerce danışmanları ve özel bilgi kaynakları ellerinde ve emirlerinde bulunan koca Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların ve Bakanların bile aldatılıp kandırılması bir mazeret sayıldığı halde, sıradan ve sade vatandaşlarımızın, yoğun propagandaların hatta bizzat iktidarın destek çıkmasının etkisinde kalarak, bu hıyanet ve cinayet şebekesinin iç yüzünü bilmeden, tamamen safiyet ve iyi niyetle bazı hizmetlere katılmış veya arka çıkmış insanları, asla güvenilmez ve affedilmez terörist sayıp, işinden gücünden atmak, şeref ve haysiyetini karalamak, çoluk çocuğunu aç ve sefil bırakmak, ne vicdan ve adaletle, ne de devlet şefkatiyle asla bağdaşmamaktadır.
Sonunda Sn. Erdoğan da bunun farkına varmış olmalı ki Çin dönüşü uçakta “FETÖ operasyonlarında ‘at izi, it izine’ karışmıştır” itirafında bulunmuşlardı. Ve Sn.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Binali Yıldırım’a talimatı verip FETÖ üyesi diye yanlış ihbar nedeniyle işten atılanların görevlerine dönebileceğini vurgulaması olumlu bir adımdı.
Ancak FETÖ’ye sempatizan olanların bile işe alınmayacağı, emeklilik tazminatlarını alamayacağı tartışılmaktaydı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından FETÖ operasyonlarında özellikle kamudan atılan ve açığa alınanlardan terör örgütüyle ilişkisi olmayanların mağdur edilmemesiyle ilgili çalışma başlatılması olumlu bir adımdı. Bu konuda çok sayıda şikâyet olması ve ileride doğuracağı hukuki sonuçlarının karşılanmasında güçlükler yaşanacağına ilişkin değerlendirmeler üzerine, 3 aşamalı mağduriyet planı yapılmıştı. Örgüt üyesi olmak, yardım ve yataklık yapmak kapsamında, 17/25 Aralık’tan sonra Bank Asya ve Paralel Yapı’nın diğer şirketlerine parasal katkı sağlamak, FETÖ’nün sendikaları ve derneklerinde yönetici veya üye olmak, ByLock ve benzeri özel şifreli yazışma programını kullanmak, Kimse Yok Mu Derneği’ne bağışta bulunmak, Emniyet, MİT ve MASAK raporlarına girmiş olmak, kapsamlı sosyal medya taramalarıyla ortaya çıkmak, örgütün sivil toplum kuruluşları adı altında sohbet ve toplantılarına katılmak ve halâ eleman toplamak, doğal akış dışında kısa sürede terfi etmiş veya özel görevlere getirilmiş olmak, örgüte ‘himmet’ adı altında para aktarmak, güvenilir ihbarlar ve itiraflarla suçlu bulunmak, takip ettikleri sitelerin incelemesinden elde edilen karanlık verilerle yakalanmak, FETÖ üyesi şirketlerin normal olmayan işlemlerini yapmak, yapanları koruyup kollamak, yargıda ve emniyette örgüt lehine hareket ettiği tespit olunmak, Paralel Yapı’nın ev ve yurtlarında yetişip de sonraki yıllarda fiilen militanlık yapmak, işyerinde diğer çalışanlardan, tanıyan komşularından alınan ciddi ve gerçekçi bilgilerle suçüstü yakalanmak gibi durumlar sonucu, hukuki soruşturmalar ve adil yargılamalar neticesinde verilen cezalar dışında, insanların bu denli mağdur edilmeleri sosyal ve siyasal patlamalara yol açacak yanlışlıklardır. Bu arada Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, Fetullahçı Terör Örgütünün (FETÖ) toplumdaki 3 açığı kullandığını söylemesi de önemli bir itiraftı. Bu açıkların: 1- Eğitim boşluğu, 2- Maneviyat doyumsuzluğu, 3- Güç ve itibar arzusu olduğunu açıklaması bir özeleştiri olarak okunmalıydı. Olağanüstü Hal kapsamındaki Kanun Hükmünde Kararnamelerle ve çeşitli ihbar ve şikâyetlerle tutuklanan işinden atılan ve büyük ölçüde mağduriyete uğratılan on binlerce kişiler, şirketler, dernekler ve kesimler, yarın farklı hukuki dönemler, değerlendirmeler ve denklemler oluşuverdiğinde, iktidarın başını ağrıtacak girişim ve gelişmelerde birer istismar aracı olarak kullanacakları da unutulmamalıdır. Ve hele sadece yandaşı değil açıkça PKK militanı gibi davranan HDP küstahlarına gösterilen müsamahanın onda birini bunlardan esirgemek ne hukukla ne ahlakla bağdaşmamaktadır.
Hüseyin Gülerce bile uyarmaya başlamıştı!
Hatta koyu Erdoğan yalakası ve Star gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce bile, artık FETÖ ile mücadelede adaletin terazisinin şaştığını yazmıştı. FETÖ operasyonlarındaki haksızlıklara isyan giderek kabarmaktaydı. Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz’ın “15 yıldır tanıdığım, ‘o gece’ tankın önüne yatan, FETÖ düşmanı Oktay Kılıç’ın evi FETÖ’den aranıyorsa, bu operasyon ‘bize’ dönmüş demektir!” tweeti oldukça anlamlıydı. İşte bu eleştirilere Hüseyin Gülerce de köşesinden katılmış ve “Bir de rızık endişesi ile FETÖ kurumlarında çalışmış, ama bu yapıya destek çıkmamış, geçmişte bir şekilde bunlarla teması olmuş ama 25 Aralık’tan sonra ilişiğini kesip ayrılmış olanlar var. İşte adaletin terazisi burada hassas terazi olmak zorundadır. Kuru ile yaşı ayırma adına bu kategoridekiler için tutuksuz yargılamayı esas almak şarttır” uyarısını yapmıştı.
“Bazen birkaç gün hiçbir şey yemediğim olurdu. Günlük uyku saatim de iki saati geçmiyordu. Benim ilk Kur’an hocam annem Refia Hanım’dır. Kendi anlattığına göre bana dört yaşımda Kur’an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyledi. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum. Ancak bütün köylüye yemek verdiler. Birisi bana “senin düğünün oluyor” dedi, ağladım. Unutamadığım bir hatıram da şudur. Bir gece yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu. Kitaplara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk’ta olabilir ve ona karşı saygısız olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Böylece sabahlara kadar oturup kaldığım çok olmuştur” gibi çoğu abartma ve uydurma sözlerle kendi reklamını yapan, kerametlerini anlatan; “Seher vakti ümmeti Muhammed’e dua etmek üzere kalktığı bir gece de binlerce sessiz uçağın, bulunduğu evin etrafında dolaşıverdiklerini, hayret ve dikkatle gözleyince içlerindeki manevi ve ruhani varlıkların Fetullah’ın yaptığı dualara ‘Amin!’dediklerini” anlatıp insanları manevi etki altına alan… TUSKON’a bağlı Florya İşadamları Derneği’nde ele geçirilen belgede 13 Ekim 2015 tarihli himmet toplantısına katılan işadamlarının isimlerinin yer aldığı listede 18. sırada ‘Peygamber Efendimiz’yazacak kadar azıtan… Ama bir yandan da, çoğu Kur’an ahkâmını ve İslam ahlakını alay konusu yapan Levent Kırca’nın “Olacak O Kadar” programını hiç kaçırmayan ve izlerken gülme krizine tutulan, saygınlığı zedelenmesin diye gülme krizine girdiğinde odadan hemen ayrılıp çıkan… Üstelik tam bir taklit ve şaklabanlık ustası olan, insanları jest ve mimikleriyle taklit etmekten hoşlanan, rüşvetle iş görmeye ve sorunları kolayca çözmeye pek yatkın olduğu yakın çevresince açıklanan böylesine karmaşık ve karanlık bir ruh sefaletine ve “manevi yetkili” rolüyle insanları etkileme meziyetine sahip bir şarlatanın safsatalarına kanmış, sadece manevi heyecan ve dini hizmet amacıyla bu şebekeye katılmış insanların tamamına hain ve terörist muamelesi yapmak toplumda çok daha derin bir travmaya yol açacaktır.
Hatırlayınız; Yıl 1965… Vatikan’da Papa 6. Paul üçüncü bin yılın hedefini şöyle açıklamıştı; “Asya Hıristiyanlaştırılacaktır’’. Aynı yıl Vatikan’da Dinler arası diyalog kavramı ortaya koyan bir belge yayınlanmıştı. O güne kadar dışlanmış olan İslam’a Vatikan kapıları açılacaktı. Birçok diyalog komisyonu, araştırma merkezleri, medya kuruluşları faaliyete geçirilecek Müslüman gençler hedef alınacaktı. Öylede yapıldı. Yıl 2000… İktidarda DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümeti vardı. Turizm Bakanı Erkan Mumcu zamanın Şanlıurfa Belediye Başkanı Ahmet Bahçıvan’ı Ankara’ya çağırdı ve “Dinler ve Kültürler Parkı Projesi”ni gündeme taşıdı. Projenin tarihi “İnanç Turizmi” yılı ilan edilen 2000 yılıdır ve bu tarih Vatikan’ın Avrasya’yı Hıristiyanlaştırma bin yılı ilan ettiği 3’üncü bin yılın başlangıcıdır. Bakan Mumcu, Belediye Başkanı Bahçıvan’a, proje için dışarıdan 20 milyon Dolar para geleceğini hatırlattı. Projeye göre, Şanlıurfa’nın göbeğine bir sinagog ve kilise yapılacaktı. Bahçıvan, Bakan Mumcu’ya “Urfa’da Yahudi yok ki!” diyerek projeyi onaylamamıştı. Bahçıvan, sonraki görüşmelerde, “projeden Sinagog ve kiliseyi çıkartın onaylayalım. Eğer proje, iddia ettiğiniz gibi turizm amaçlıysa, eski yıkılmış kiliseleri onarın” deyince, Bakanlıktan projenin ve kaynağın sahibini de ele verecek şekilde: “Sinagog yoksa para da yok!” yanıtını almıştı, çünkü bu projeleri Yahudi Lobileri hazırlamıştı.
DSP, MHP ve ANAP koalisyonda yürütülen dinler arası diyalog, AKP hükümeti tarafından resmi Devlet politikası yapılmıştı. AKP’nin ilk kurduğu hükümette, diyanetten sorumlu olarak atanan Prof. Dr. Mehmet Aydın; Fetullah Gülen’e bağlı diyalogcu bir insandı. Mehmet Aydın bakan olmadan önce 1998 yılında Ankara Hilton’da Diyanetin düzenlediği II. Din Şûrasında konuşmacı olarak katılmış ve konuşmasında “Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum” itirafında bulunmuşlardı. 1998 yılında böyle bir konuşma yapan akademisyeni, ilk kurulan AKP hükümetinde Bakan yapılması da mı kandırılmaktı?
“Hadi tabandaki hipnozla uyutulmaya müsait sıradan insanları anladık. Lakin profesörler, generaller, işadamları, doktorlar, mühendisler nasıl oluyor da FETO’ya kayıtsız şartsız biat ediyorlardı?” sorusuna yıllarca bu yapının içinde kalmış Hüseyin Gülerce gibiler şöyle yanıtlamaktaydı:
a) Gülenistlerin çoğunun ortaokul-lise çağlarından itibaren, FETO’nun gerçekten “Seçilmiş Kurtarıcı-Mehdi”, ya da “Beklenen Salih Zat” olduğuna iman ediyorlardı. Onun, her konuyu Peygamberimizle istişare ettiğine, doğrudan -tövbe hâşâ- Allah’tan gelen emirlerle hareket ettiğine kanıyorlardı. Hatasız yaşadığını, her şeyin doğrusuna sadece Onun ulaştığını, şimdiye kadar hiç yanılmadığını kabul ediyorlardı. Sorgulamıyorlar, eleştirmiyorlar, sadece tabi ve teslim oluyorlardı.
b) FETO’ya iman etmede en tesirli hipnozcular; “abiler, ablalar” sistemi içindeki itaatkâr köleler takımıydı. Vicdanını, aklını ve iradesini FETO’ya teslim etmiş bu adamlar (mankurt, zombi, kurşun asker, uyur-gezer ne derseniz deyin) yapı içinde en fazla gaza gelenler, en fazla gaz verenler olmaktaydı.
c) Makam menfaat duygusu ağır basmaktaydı. Dışarıda bir işe yaramayacak kabiliyeti sınırlı tipler, Paralel Devlet Yapılanması içinde mevki, makam, imkân, itibar sahibi olmaktaydı. Onlardan daha zeki, daha kabiliyetli insanlar emniyet, yargı ve silahlı kuvvetlerde tökezlenirken, bunlar ha bire yükseliş atağındaydı. İş dünyasında, ticari alanda da aynı haksızlıklar, kumpaslar yapılmaktaydı. FETO’ya itaat devam ettikçe güç ve imkân sahibi olma imkânı artmaktaydı. Hipnozdan çıkmayı zorlaştıran sebeplerin başında bu vardı.
d) Sürekli kontrol altında tutulup uyanmalarına fırsat tanınmamaktaydı. Gülenist yapı içinde görev elemanı haline gelen, ahlakı ve karakteri erozyona uğramış insanların, hipnozdan çıkıp kendilerine gelmelerine engel olunmaktaydı. Hayatlarının her safhasında, yapı içindeki mekanizmalarla kuşatılmışlardı. Katalog ve kozmik evliliklerle aile yaşantıları bile sıkı kontrole alınmıştı.
e) Fikri bakımdan tek yönlü beslenme sistemine mahkûmlardı. Okuyacakları gazeteden, seyredecekleri TV kanallarına kadar her şey belirlenmiş durumdaydı. Öyle ki, mütevellilere Zaman gazetesinde hangi yazarların özellikle okunacağı bile hatırlatılmaktaydı. Sadece Gülen’in kitaplarının okunması, Sızıntı’dan başka dergi alınmaması, onları FETO’nun dünyasına hapsetmiş durumdaydı.
f) Her sahadaki güç ve imkân, bu hipnozun ve itaatin gücünü arttırmakta, büyük bir koruma sağlamaktaydı. Nereye işleri düşse hemen yapılmaktaydı. Karşılarına kim çıksa ezip geçiyorlardı. Bu koruma onları kibir sahibi yapmakta, kibir ve güç onları zehirleyip, akıl devreden çıkmaktaydı.
g) Telefon dinlemeleri, gizli kayıtlar, şantaj, kumpas ve tezgâhlardan tepedeki FETÖ’cüler haberdar oldukları için “hedefe az kaldı, geliyoruz/geldik sayılır” inancı, hainlerin FETO’ya bağlanmalarını daha da kolaylaştırmaktaydı.
h) İnsan iyiliğin kölesidir. Özellikle fakir/dar gelirli ailelerin çocukları burslarla, özel ilgi ve ihtimamla köleleştiriliyorlardı. Daha sonra da sürekli korundukları, kollandıkları için hipnozdan çıkamıyorlardı. Böylece, kimileri ucuz cennet hayaliyle, kimileri hazır devlet ümidiyle, kimileri de bu yapı içerisinde elde ettiği kolay kazanımları kaybetmemek dürtüsüyle CIA-MAAT’ın cenderesinden kurtulamıyorlardı. Ama artık hiçbir mazerete sığınamazlardı, çünkü her şey apaçık ortaya çıkmıştı.
Hükümet yandaşı ve Star gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren bile, 15 bin öğretmenin görevine geri döneceğini çünkü yanlışlıkla açığa alındığını yazmıştı. Taşgetiren FETÖ operasyonları konusunda “Oralarda bir yara kanıyor, duygusal travmalar yaşanıyor” uyarısı yapmıştı.
Ne dersiniz, FETÖ’cü diye bu 50 bin kişinin her birinin devlet memuriyetinden atılmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın veya Başbakan Yıldırım’ın kefaleti var mıdır? Her gözaltında, her tutuklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da Başbakan Yıldırım’ın onayı alınmış mıdır? Bu soruları, tüm atılmalar, tüm gözaltı ve tutuklamalar Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da Başbakan Yıldırım’ın kefaletine bağlı olarak meşrulaştırıldığı için soruyorum. Ve sorduğum soruların cevabının “Elbette hayır” olduğuna inanıyorum. Ayrıca bu tutuklama ve gözaltılarda ayrıca yargı erkinin bağımsızlığı sebebiyle yetkilerinin olmadığını da biliyorum. Ancak her şeyin, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bilgisi ya da emirleri çerçevesinde olduğu izlenimi vardır. Bu izlenim, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın süreçteki etkinliği ve başlı başına Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnamalere imza atmaları sebebiyle oluşmaktadır. Şu açık: Emniyet birimleri operasyon yapıp, gözaltına alırken, savcılar ve hakimler soruşturma yapıp karar verirken, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın zımni etkilerini dikkate almaktadır. Evet, birçok ortamda, hem emniyette, hem yargıda, hem de farklı kurumlarda suyun başında hala FETÖ’cülerin bulunabileceği, bunların “Hükümeti suçlu suçsuz herkesi mağdur duruma düşürmek”le suçlamak için özellikle FETÖ’cü olmayanları listelere koyduğunun konuşulduğunu hesaba katmalıdır. Ama lütfen düşünelim şu tutuklamalardaki hata payı yüzde kaçtır? Diyelim şu 100 binlik tasfiyedeki hata payı yüzde kaçtır?”
Paralel parazitler kaçmıştı!
Kimi darbe teşebbüsünden önce kimi ise darbe teşebbüsünün başarısızlığa uğramasından sonra kapağı yurt dışına atmıştı! Yani “Paralel yiğitler” kaçmıştı! Ama hiçbiri “kaçtım” demeyi kendisine yakıştıramadığı için bu gerçeğe farklı bahaneler uydurmuşlardı! Evet, aralarında ünlü isimlerin bulunduğu bu kaçakların bazısı “Yurt dışına taşındım”, bazısı “Adres değiştirdim”, kimi de “Bu yargıya teslim olmama kararı aldım” diyorlardı! Akıl hocaları Gülen ise onlara “Hicret ettik” demelerini tavsiye buyuruyorlardı. Adını ne koyarlarsa koysunlar yaptıkları bal gibi kaçmaydı! Türkiye’de kurdukları kumpasların tutmadığını görünce bir güzel tüymüşler ve soluğu yurt dışında almışlardı! Ama Türkiye’de; a) Kaçmasını gerektiren bir suçu ve sorumluluğu olmadığını düşünen safdil ve sefil bağlıları, b) Paraları ve bağlantıları sebebiyle her ithamdan paçalarını kurtaracaklarına inanan FETÖ kodamanları kalmıştı. Bu nedenle gaflet ve saffetle Fetullah Hocalarının peşine takılan insanları cezalandırmak değil uyandırmak lazımdı.
Dink cinayetinin soruşturması da giderek FETÖ’ye dayanmaktaydı. FETÖ’nün bitirilmesi açısından Dink cinayeti en önemli olaydı!
Gülen’e, Türkiye’deki azınlıklarla görülmemiş bir diyalog kurdurmuşlardı. Ermeni patriği, Hahambaşı… Devamını okumak için tıklayınız.
[1] burakkillioglu@milligazete.com
[2] Bak: http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yine-bir-oyun-donuyor