3 Eylül 2018
1970’li yılların ikinci yarısında katıldığımız Erbakan Hocamızın özel sohbet ve seminerleri sırasında, not aldığım: küçücük defterimin baş tarafına ilmi ve insani hikmet ve öğütleri, son kısmına ise, tespit edip yazabildiğim kadar, bunlarla ilgili ayet ve hadisleri yazmıştım. Sürekli yanımda taşıdığım ve okuyup feyiz aldığım bu not defterimi bir ev değiştirme sırasında kaybetmiştim. Yaklaşık yirmi yıl sonra, kütüphanemi düzenlerken ona yeniden ulaştım.
İşte, Aziz Hocamızın hikmet ve hakikat derslerinden aldığımız bazı notlar:
“İslam, bizim zamanımıza ve arzularımıza uymaya mecbur değildir. Herkes ve her şey İslam’ın adalet ve saadet prensiplerine uymakla mükelleftir. Çünkü İslam; değişen ve gelişen bütün zaman ve mekânların ve her türlü ihtiyaç ve sorunların İlahi reçetesi ve kurtuluş çaresidir.”
“Trabzon’un Fethi ve Pontus’un devrilmesi sırasında, çok zahmetli dağ geçitlerini aşma esnasında; Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un: “Ey oğul! Onca mülkün sana yetmez mi? Bir Trabzon için bunca meşakkate değer mi?” sözlerine karşılık Sultan Fatih’in cevabı: “Ben bütün bu zahmet ve mihnetlere, yeni bir ülke daha fethetmek, mülkümü genişletmek ve kahramanlık göstermek için değil; Allah’ın adalet hükümleri buralarda da uygulansın, buradaki insanlar da gerçek huzur ve hürriyetle tanışsın ve böylece benim kulluk görevimde bir eksiklik kalmasın ve bunların hesabı benden sorulmasın diye katlanıyorum!..”
“Şimdi maalesef bütün İslam Alemi ve özellikle Türkiye’miz, üstü açık umumi bir Siyonist sömürü ve sindirme hapishanesine çevrilmiştir. Ve ülkemiz, bir nevi esir kampı görünümündedir. Bu nedenle farklı din ve düşünceden bütün insanlarımızın, gerçek bir huzur ve hürriyete, refaha ve saadete ulaşması için, ilmi ve insani ölçüler içerisinde her türlü cehdü gayreti göstermek, İslamiyet’imizin ve insaniyetimizin bir gereğidir.”
“Tasavvuf: tarihimiz boyunca İslam’ın, usta-çırak metoduyla örnek alarak, yaparak ve yaşayarak öğrenildiği bir talim ve terbiye mektebi olarak hizmet vermiştir. Nefisle mücadelenin ve kötü düşüncelere karşı direnmenin manevi kışlası hükmündedir.”
“Kur’an’ın, Beytullah’ın damına veya bir dağın başına, hazır bir kitap şeklinde gönderilmeyip, onu bizzat tarif, tatbik ve talim etmek üzere Hz. Peygamber Aleyhisselama indirilmesi de, bu hikmetledir.”
“Müslümanın ve sorumluluk sahibi inançlı bir insanın vazifesi: “Şu farzdır, şu haramdır. Şunlar günahtır, şunlar sevaptır!..” diye konuşmak ve edebiyat yapmak değildir… Asıl görevimiz: İyilikleri yürütecek, kötülükleri önleyecek bir adalet düzenini kurup yerleştirmektir. Yani Cenab-ı Hak bize: “Faiz haramdır, alan da veren de günahkârdır” diye konuşmamızı değil, faiz sistemini değiştirmemizi emretmektedir.”
Bakınız, “Faiz, haramdır, günahtır” şeklinde papağan gibi milyonlarca kere tekrarlanan sözler, vaizler, nasihatler, faiz oranını ve tahribatını artırmaktan başka bir netice vermemiştir. Halbuki, “Faiz kaldırılmıştır” kararnamesinin mürekkebi 1 mg. bile tutacak değildir… Ancak bunun gerçekleşebilmesi için ilmi, siyasi ve disiplinli, ciddi bir gayret gerekmektedir. İşte bu nedenle, şu anda MSP’nin (ve diğer Milli Görüş partilerinin ve Milli Çözüm Ekibinin) mevcudiyeti; ülkemizde ve yeryüzünde adalet düzenini gerçekleştirmek ve hasretle beklenen barış ve bereket medeniyetini ilan etmek kadar önemlidir!
“MSP, sinsi Siyonist ve emperyalist güçlere karşı kurduğumuz bir siperdir. Bize ve ülkemize yönelik tehdit ve tehlikeleri savuşturmak üzere böyle bir imkândan yararlanmak, akli ve dini bir vecibedir, bir vesiledir. Ülkemize ve milletimize hizmet için her münasip fırsatı değerlendirmek görevimizdir… Dikkatle incelenirse, Bedir Harbi’nin de, müşriklerin koyduğu savaş usulleriyle yapıldığı görülecektir. Çünkü asıl olan ve amaçlanan, usul ve şekil değil; niyet ve neticedir.”
“Siyaset bizi ilgilendirmiyor” demek; “Kur’an’ın yarısı ve insanlığın sorunları bizi alakadar etmiyor” demekle aynı anlama gelir. Kur’an’ın prensipleri, Müslümanların ve insanlığın problemleri, kendilerini ilgilendirmeyen kimselerin: şefkat, merhamet, huzur ve hoşgörüyle alakalı sözleri sahtedir. Böyleleri ya İslam’ı tam bilmeyen ve Kur’an’ı incelemeyen gafil ve cahil kesimlerdir. Veya bile bile gerçekleri ve kulluk görevlerini görmezlikten gelen kötü niyetli kimselerdir.”
“Cenab-ı Hak’kın, şer cephesine ve şeytan ekibine, bizden daha çok maddi imkân ve eleman vermesi, inananlar için bir nevi rahmettir. Çünkü böylece, daha dikkatli olmamız, daha çok çalışmamız ve neticede daha büyük şeref ve sevap kazanmamız murat edilmiştir.”
“Herhangi bir konuda, en uygunu ve en doğruyu bulmak için gayret gösterip gerçeği ve gerekeni öğrenmek, İlahi bir nimet ve inayettir. Ancak bu durumun, yani bulduğumuz doğrunun, hakkımızda hayırlı ve yararlı olup olmadığını fark etmek de, ayrı bir fazilet ve ferasettir.”
“Biz bütün esbaba tevessül etsek ve her türlü gayreti göstersek bile, Cenab-ı Hak istediğimiz neticeyi vermeye mecbur değildir. Beş mi çok, bin mi çok? Bu akılla ve matematikle tespit edilir. Ama bazı durumlarda bizim hakkımızda beş mi hayırlı, bin mi hayırlı, işte bu ancak imanla, İslamiyet’le ve kadere teslimiyetle bilinir.”
“Her şuurlu Müslüman kendisini: Hz. Peygamber Efendimizin Uhud’da diktiği nöbetçi yerinde görmeli, dünyalık heves ve hesaplarla görev yerini terk etmenin, nelere mal olacağını devamlı düşünmelidir.”
“Bir Hak davaya makam ve menfaat düşüncesiyle girenlerin veya nefsi ve dünyevi hesaplarla yan çizenlerin; cehenneme atılmak için kendilerine başka günah aramaları gereksizdir.”
“Cenab-ı Hak’kın en sevdiği insan, kendi görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten ve şahsi hatalarını ve noksanlarını düzeltmekten, başkalarıyla uğraşmaya vakit bulamayan mü’minlerdir.”
“Askerlikte, malum ve makbul eğitim süreci ve hizmet kademeleriyle, terfi ederek sadece Orgeneralliğe erişilir. Ancak; Mareşal olabilmek için, mutlaka birkaç meydan muharebesini kazanmış olmak gerekir!”
Bunları okuyunca aklıma geldi:
“Erbakan’ı siyaseten öldürüp gömdük. Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!” diyen Siyonist lobiler acaba Hoca’nın tarihi hedeflerinin telaşı ve tedirginliği içinde mi bu sözleri sarf etmişlerdir!?
İçerisindeki çarpıcı tespitlerin kime ait olduğunu çok iyi bildiğimiz ve canu gönülden desteklediğimiz “Stratejik Hedef” kitapçığının, ciltler dolusu gerçeği özetleyen kapağındaki resim, İsrail’i göstermektedir. Ve buna O muhteşem Zatın dışında hiç kimsenin, ne feraseti ne de cesareti yetmeyecektir!..[1]
Bugünkü Tevrat’ın büyük kısmını yazanlar, Yahudilerin üzerinde tarih boyunca kontrollerini sürdürmüş olan hahamlardır. Beni İsrail Tevrat’tan önce kendi ananelerini, örflerini Kabala adlı bir kitapta toplamışlardı ve bu Kabala’ya sıkı sıkıya bağlı idiler. Kabala’daki görüşlerini Tevrat gönderildikten sonra da muhafaza ettiler. Kendileri Tevrat’a uyacaklarına, Tevrat’ı eski ananelerine uydurmak yoluna saptılar. Kendilerine, Kabala’nın bir hedefi olarak, kesin dünya hâkimiyeti va’ad edildiğine inanıyorlardı. Bunun için de yapılması gerekenleri şöyle özetliyorlardı:
1- Bütün Yahudiler toplanıp, Filistin (Kudüs)’e yerleşecekler.
2- Süleyman mabedini inşa edecekler. (Bunun için Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekir.)
3- Fırat ve Nil arasındaki topraklara (Arz-ı Mev’ud) sahip olunarak bu bölge merkezli (Büyük İsrail Projesini) gerçekleştirecekler.
Siyonist Yahudilerin Osmanlı Topraklarına Yerleşmesi!
İspanya’daki Yahudi katliamı yapıldığı sırada Osmanlı’da, 1481’de vefat eden Sultan Fatih’in yerine geçen oğlu II. Beyazıt padişahtır. II. Beyazıt son derece merhametli, maneviyatçı bir insan. Osmanlı’da çok eskiden beri yaşayan Yahudiler de var. Onlar bu yapılan katliamı kendisine haber vererek padişahtan yardım istediler. Padişah da “Gelin ben size yaşayacak yer vereyim, hayatınızı kurtarayım” dedi ve o zamanki şartlara göre bunların Selanik, İzmir, Bursa, Edirne ve kısmen de İstanbul’da yerleşmelerine müsaade etti. Ancak Yahudiler yoğun olarak Selanik’te yerleştiler. Örneğin, 1654 yılında Selanik’te 10.000 Türk, 4.000 Yunanlı ve 22.000 Yahudi yaşamaktaydı. İspanya’dan sürgün edilen Yahudiler Osmanlı topraklarına gelip yerleşmişler ve Osmanlı’dan büyük bir merhamet ve şefkat görmüşlerdir. (Türkiye’de 1989 yılında kurulan 500. Yıl Vakfı işte bu münasebetle kurulmuş bir vakıftır.) Gördükleri hüsnü kabul nedeniyle, gece gündüz Osmanlı’ya dua etmeleri beklenirken içlerinden bir kısmı, aynen İspanya’da da olduğu gibi, Büyük İsrail’in kurulması için, tam tersine bu şeytani emellerin peşinde koşmuşlardır.
Bunlarla ilgili olarak Osmanlı tarihinde yaşanan önemli bir fitne de, Sabatay Sevi’nin sebep olduğu harekettir. Sabatay Sevi, 1626 yılında İspanyol asıllı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak İzmir’de dünyaya geldi. Haham İsac d’Alba ona Tevrat, Talmut ve Kabala’yı öğretti. 18 yaşında Kabala eğitimi verebilecek seviyedeydi. Kabala’dan çıkardığı işaretlere dayanarak kendisinin beklenen Mesih olduğuna inanıyordu. Mesihlik iddiasıyla ilk çıkışı 1648 yılında olmuştur. İlk zamanları pek rağbet görmese de çalışmalarına azimle devam etmiştir. İkinci çıkışı ise 1665 yılına rastlar. Artık Yahudilerin büyük bir çoğunluğu kendisini Mesih olarak görmektedir. Ancak bu gelişmelerden sonra yakalanarak Edirne’ye getirilir ve 16 Eylül 1666 yılında Edirne’de imtihan edilir. Sultan IV. Mehmet (Avcı Mehmet; 1648–1686), imtihandan önce Yahudi, Hristiyan ve Müslüman alimlerden Sabatay Sevi ve gerçek Mesih konusunda teferruatlı bilgi öğrenir. Bu her üç raporda da “mesih’e ok, mızrak, kılıç vs. işlemez” şeklinde not düşülmüştür. Bu konudan da imtihan edilmek istenince, kendisi canını kurtarmak için dinini değiştirmiş, Müslüman olmuş ve Mehmet Aziz ismini almıştır. Hanımı Sera da Ayşe ismini almıştır.
Padişah, Müslüman olunca hayatını bağışladığı Sabatay Sevi’yi daha fazla fitne ve fesat yapmasın diye sarayda mecburi ikamete tabi tuttu. Ancak Haham Sevi, belli bir zaman sonra kendisine gelen adamlarına dedi ki: “Sakın ha! Ben bunları yaptım diye, sahiden Müslüman oldum zannetmeyin. Bundan sonra siz de benim gibi yapacaksınız. Müslüman adı alacaksınız, ama asıl dininizden, inançlarınızdan yani Siyonizm’e hizmet amacınızdan vazgeçmeyeceksiniz”.
İşte yakın geçmiş tarihimizde etkili olan dönmeler bu şekilde ortaya çıktı. Bunlara Haham Sabatay Sevi’nin adına atfen Sabataistler de denmektedir. O günden günümüze kadar gittikçe kuvvetlenerek gelmişlerdir. Hâlâ kendilerini gizlemektedirler. Bu konuda Yalçın Küçük ve Ilgaz Zorlu gibi daha birçok araştırmacı oldukça kapsamlı ve doyurucu bilgiler vermektedirler. Siyasi Siyonizm’in öncüsü Theodor Herzl’in 1897 Basel Konferansı akabinde gerçekleşen sürece ve neticelere bakıldığında, bu konferansın 3 önemli karar etrafında şekillendiği rahatlıkla ifade edilebilir:
1- Sultan II. Abdulhamit en kısa zamanda tahtından indirilecek.
2- Osmanlı Devleti yıkılıp, tarihten silinecek.
3- 100 sene içerisinde de Türkler (Müslümanlar) bütün idari ve siyasi mekanizmalardan uzaklaştırılacak, böylece yeryüzünde İslam yok edilecektir.
Bu arada bir ilginç “Tevafuk”u ifade etmek yararlı olacaktır. Bu Konferansın 100. sene-i devriyesinde (1997) aynı salonda Müslümanlar Erbakan Hoca’nın tertibiyle “Avrupa Müslümanlar Birliği” toplantısını yapmışlardır.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte, padişahın geleneksel otoritesi yıkılırken, çok gizli çalışan mason cemiyetin mistik gücü ön plana çıkmıştı. Ama masonlar hiçbir zaman ön plana çıkıp işlerin başına oturmamışlardı. Hep perde arkasında kalarak esas yönlendirici ve tanzim edici güç olmaya çalışmışlardı. Sultan II. Abdülhamid’in ilk meclisi kapatma nedenine bakarsak bu durum daha rahat anlaşılmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde Rum, Ermeni ve Yahudiler azınlık olmalarına rağmen, Osmanlı Meclisi Milletvekillerinin içinde Rum, Ermeni ve Yahudi çoğunluktaydı. 96 kişilik Meclis-i Mebusan’ın 56’sı Müslümanlardan, 40’ı gayrimüslimlerden oluşmaktaydı, Müslümanların içerisinde de yine maalesef dönmeler çoğunluktaydı.
Osmanlı’nın Çöküşü ve Milli Mücadele Süreci
1908–1914 arasında, 6 yılda tam 13 tane hükümet değişmişti! Osmanlı’yı Osmanlı yapan kadrolar hallaç pamuğu gibi atılmış ve tasfiye edilmişti. Örneğin, İttihat ve Terakki yöneticileri Trablus’ta Garp Cephesi’ndeki bütün yetişmiş askerleri başka yerlere tayin ettirip, oraya da Harbiye’den yeni mezun subayları “komutan” olarak göndermişlerdi. Garp Cephesi’ndeki ehil komutanlar başka yerlere tayin edilince, iki yıl içerisinde, 1911 yılında Trablus İtalyanların eline geçmişti. Her ne kadar bir savunma yapıldı ise de, daha önceden birtakım sabotajlar planlandığı için bu savaşta başarı elde edilememişti. Ardından Sevr anlaşmasını imzalaması için Osmanlı’dan birçok heyet gitti ancak hiçbiri böyle bir yok oluş anlaşmasını imzalamaya yanaşmamıştı. Bu anlaşmayı sadece “işbirlikçi başbakan” Sadrazam Damat Ferit imzalamıştı. Damat Ferit’in bu anlaşmayı imzalamasını yeterli bulmayan İtilaf Devletleri, Ferit’ten anlaşmayı Sultan Vahdettin’e de imzalatmasını istiyorlardı. Ancak Sultan Vahdettin böyle bir anlaşmanın imzalanmasının Osmanlı’nın yok oluşu anlamına geleceğini bildiği için, Damat Ferit’i azarlayarak karşı çıkmıştı. Akabinde de “divan”ı toplamış ve Anadolu’da bir direniş hareketi başlatılması kararına varmıştı. Bu çerçevede gizliden gizliye İstanbul’dan Anadolu’ya intikal başlamıştı.
Anadolu’daki direniş hareketleri, paşaların ve kanaat önderi zevatın irtibat ve ittifakıyla Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bir Kuvayı Milliye hareketine dönüşerek, Osmanlı’nın küllerinden yeni bir devlet kurulacaktı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, Milli Mücadele’ye, Milli Görüş’e yani Kuvay-ı Milliye direniş ruhuna dayanmaktaydı. Dokuz sene gibi kısa bir sürede Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olan İttihat ve Terakkiciler’in bazıları Kurtuluş Savaşı’na etkin bir şekilde iştirak etmek istemişlerse de Atatürk bunlara fırsat tanımamıştı. Onlar da çeşitli yan kuruluşlar/örgütler ile bu harbe bir şekilde dahil olmaya çalışmışlardır.
İttihatçı dönme unsurların, bütün bunları yapmakla yetinmeyip yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bu devletin, dış mihrakların etkisiyle, Müslümanlıkla bağlarının kesilmesine, çok özel bir önem verdikleri ortaya çıkmıştı. Nitekim onların bu sinsi gayeleri ve şeytani gayretleri en güzel şekilde şu tarihi gerçek ile anlaşılmaktaydı. İngiliz Sömürge Bakanı, Parlamentoda Kur’an-ı Kerim’i eline alarak şu mealde bir konuşma yapmıştır: “Bu Kur’an Müslümanların elinde kaldığı müddetçe biz onlara gerçek manada hâkim olamayız… Bu Kur’an’ı da resmen yasaklamakla değil; fikren ve fiilen bunların elinden almalı, adları Müslüman kalsa da anlayışları ve yaşayışları batılı olan bir toplum oluşturmalıyız…”
Bunu, İsmet İnönü’nün kendisi de, 24 Temmuz 1973 senesinde yaptığı bir televizyon konuşmasında şu şekilde açıklamıştı; “Benim Lozan’da en büyük güçlüğüm, bize olan itimadı bir türlü sağlayamıyorduk. Bize hiçbir zaman itimat etmiyorlardı, biz de açık konuşamıyorduk, çünkü halkın arzusuyla batılıların arzusu çatışıyordu. Bize dediler ki Lozan’a özel maddeler koyacağız. Kanunlarınızı kontrol edeceğiz. Biz de memnuniyetle kabul ettik. Lozan’daki bu maddeye dayanarak, Adalet Bakanlığı’nda 10 sene müddetle birkaç müşavir çalışacak ve uygunluk konusunu takip ve tetkik edeceklerdi.” (Tıpkı bugün Siyonist sermaye baronlarının, ekonomimizi kontrol için gönderdikleri heyetler gibi!!!)
Yaklaşık üç sene sonra bu heyetler, ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle geri çekilmişlerdir. Diğer bir ifade ile: Batılılar önce bize itimat etmediler, (Atatürk’ün gizli ve Milli hedefler gütmesinden çekindiler ama itimatlarını kazanmak için çok uğraştık. Adalet Bakanlığı’na müşavirler gönderdiler ve bunlar üç sene boyunca gelişme ve çalışmaları tetkik ettiler.)
Tüm bunlar, dış mihrakların Cumhuriyetin kurulmasında nasıl tedbirler aldıklarını ortaya koymaktadır. Bu dış mihraklar sadece siyasi sahada değil, ekonomi sahasında da yeni devlet kurulurken birçok entrikalara başvurmuşlardır. Bunları da yine İsmet İnönü şu itirafıyla açıklamıştır: “Lozan Anlaşması esnasında edindiğim başlıca tecrübe, Lord Curzon’un bana verdiği şu derstir; ‘…Lozan’dan memnun değiliz. Çünkü Lozan müzakerelerinde istediğimizi yaptıramadık. Ancak, reddettiklerinizin hepsini şimdilik cebimize atıyoruz. Siz harap bir memleket alıyorsunuz, bunu kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız olacak. Bu parayı almak için de gelip bize diz çökeceksiniz. O zaman, cebimize attıklarımızın hepsini çıkarıp tek tek size yaptıracağım…”
Sözde rakip partilerin bilerek veya bilmeyerek alet oldukları oyunlar:
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra, Cumhuriyet Halk Partisi kuruluvermişti. Cumhuriyet Halk Partisi, başlangıçta Cumhuriyeti kuran Kuvayı Milliye şuuruna sahip kadrolar tarafından oluşturuldu ise de zamanla İttihat ve Terakki zihniyetli ekiplerin eline geçmişti. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi’nin bütün illerdeki yetkilileri arasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin eski il idare heyeti üyeleri görülmekteydi. Daha sonra; ülkeleri kendi içinde kamplara ayırıp masonların güdümündeki sağcı ve solcu kadrolar eliyle birbirine karşı kullanmak üzere Avrupa ve Amerika’da çok partili hayata geçilmişti. Dışımızdaki ülkelerde yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’ye “çok partili hayata gireceksiniz” baskısını getirmişti. İşte, bu dayatma üzerine Türkiye’de de, 1946’da, çok partili hayata geçilmişti.
Çok partili hayata geçilmişti ama, yine de kontrol İttihat ve Terakki zihniyetinin elindeydi. Yahudi okullarında yetişmiş bir İttihat ve Terakkici olan Celal Bayar’a Demokrat Parti’yi kurma görevi verilmişti. Dolayısıyla İttihat ve Terakki zihniyeti böylece, hem Halk Partisi’nde hem de Demokrat Parti’de devam ettirilmekteydi. Tezgâhlanan oyun, günümüzde ABD’deki siyasi senaryonun bir benzeriydi. ABD’de Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti sözde demokratik örgütlerdi. Ancak her iki partiyi de aynı görünmez güçler yönetmekteydi. Kısacası, ister demokratlar gelsin isterse cumhuriyetçiler, sonuçta siyasi Siyonistlerin sistemi yürümekteydi.
Bizde, zamanla, Demokrat Parti’nin içerisinden çıkan Mareşal Fevzi Çakmak ve arkadaşlarının (Prof. Dr. Vasfi Raşit Seviğ, Osman Bölükbaşı, Prof. Dr. Kemal Öner, Ahmet Tahtakılıç, Sadık Aldoğan, …) kurduğu Millet Partisi (1948–1954), yine DP’den ayrılan 19 milletvekilinin Ekrem Hayri Üstündağ başkanlığında kurduğu Hürriyet Partisi (1955-1958) gibi hareketler, bu çizgiyi kabul etmeyip ayrı ve Milli duyarlı partiler teşkil etmişlerdi ama onların içinde bile masonik çizgi maalesef önemli ölçüde bugüne kadar devam edegelmiştir.
İşte şimdi tüm bu tarihi süreç ile gelişmelere baktığımızda anlaşılıyor ki, Milli Görüş’ün dışındaki bütün partilerin zihniyetleri, bu Siyonist ve masonik çizginin çeşitli varyasyonu olan zihniyetlerdir. Maalesef bütün Batıcı partiler, tarihi gelişimini ifade ettiğimiz bu tezgâhın içinde -bilerek ya da bilmeyerek- var olmaya çalışan partilerdir. Örneğin AKP’nin iktidardaki söylemleri ve icraatları: (Dini referans almayacağız, AB ile birlikte çalışacağız, Amerikan askerlerine dua ve destekte bulunacağız, Irak’ı işgal eden kuvvetlerle aynı saftayız!.. vb. gibi) bu tezgâh içerisinde aynı düzlemde ve aynı koordinatlarda yürüyeceğiz, anlamına gelirdi. Yani biz de onlardan bir tanesi olacağız demektir.
Milli Görüş’ün Siyasi Kurumsallaşması ve Gayreti:
Milli Görüş’ün siyasi kurumsallaşması, 1969 yılında Bağımsızlar Hareketi ile başlamıştır. Önce 1970 yılında Milli Nizam Partisi kurulmuş, ancak 1971 yılında kapatılmıştır. O günkü basında, kapatılma gerekçelerinden biri olarak: “Bu millet henüz bu partiye hazır değildir” gibi sözler kullanılmıştır. Aslında bu sözlerin ardında gizlenmeye çalışılan gerçek şudur; “Bu ülkede eğer böyle bir parti kurulmasına ihtiyaç duyarsak, biz kurarız. Gerekirse İslamcı bir partiyi biz oluşturup kullanırız. Ama biz henüz böyle bir partiye ihtiyaç duymamaktayız.”
Milli Görüş ne zaman iktidara ortak olsa hep çok büyük projeler başlatmış ve tarihi hizmetler yapmıştır. 1974 yılında Milli Selamet Partisi iktidar ortağı olmuş ve Ağır Sanayi Hamlesi adı altında 547 tane endüstriyel tesisin kuruluş çalışmalarını başlatmıştır. 1996–1997 yıllarında 54. Erbakan Hükümeti’nde (Refahyol Hükümeti) yapılanlar ile Milli Görüş kadroları Cumhuriyet tarihi boyunca gelmiş geçmiş en başarılı hükümet unvanını kazanmıştır.
Türkiye gibi stratejik bir ülkede 54. Erbakan Hükümeti’nin başarılı olması Siyonist odakları tedirgin etmiş ve “Erbakan’ın hakkından gelmek” için şeytani planlara yönelmişlerdir.
Refah Partisi, Anayasa Mahkemesi tarafından antidemokratik bir şekilde kapatıldı. Milli Görüş kadroları bu sefer, hâlihazırda kurulu/örgütlü olan Fazilet Partisi’nde siyaset yapmaya mecbur bırakıldı. Bir müddet sonra, onun kapatılması için de bir mahkeme süreci başlatıldı. Bu arada birçok mahfillerde Refah Partisi’nin kapatılmasının yetmeyeceği, onların bölünmesi (ve hatta kökünün kurutulması gerektiği) gerektiği ifade edilmeye başlandı. Aslında bütün bunlar, bir büyük oyunun parçasıydı. O da, “Erbakan’ın hakkından gelmek”, yani Milli Görüş hareketini Erbakan gibi müstesna bir beyin ve beceriden yoksun bırakmak amacıydı.
Daha sonra Fazilet Partisi’nin Büyük Kongresi’nde Recai Kutan’a alternatif olarak Abdullah Gül de bir liste çıkarmıştı. Maksatları reformist bir yaklaşımla, İslami anlayış da dahil olmak üzere Milli Görüş fikrini tamamen yozlaştırmaktı.
Ardından ülkeyi hızla 3 Kasım 2002 seçimlerine sürüklemeyi başarmışlardı. Seçimlerde dört cümlelik bir propaganda ile AKP’yi tek başına iktidara taşımışlardı. O dört cümle de şunlardı;
1- Biz de Milli Görüşçüyüz, Erbakan Hocamızı çok seviyoruz. Onu köşke çıkaracağız. Bize güvenin. (Köşk yerine cezaevine göndereceklermiş!?)
2- SP barajı geçemez, oylarınızı boşa vermeyin.
3- AKP tek başına iktidara gidiyor, sakın oyları bölmeyin.
4- Eğer AKP gelmezse, CHP gelir. Ecevit döneminden daha da kötü bir durum yaşarız. Aman dikkat edin!
Bu büyük kumpas neticesinde 3 Kasım seçimleri sonunda AKP hemen hemen anayasayı değiştirecek çoğunlukta milletvekili ile iktidara taşınmış, ama yaptığı stratejik hatalar ile de büyük bir talan ve tahribat dönemi başlatılmıştı.
Menfi Sermaye – Menfi Medya – Menfi Siyaset Üçgeni, rantiyeci zümreyi oluşturmaktaydı:
Devamını okumak için tıklayınız.
[1] Bak. Keşif yayınları / Ocak 2005 / Ankara
[2] İbrahim: 46-47
[3] Suat Parlar
[4] Jean Bricmont