20 Ağustos 2017
FETÖ’cü piyonların yuları, ABD patronlarınızın avucundadır!
Sadece FETÖ’nün değil, bölgemizde faaliyet gösteren tüm terör örgütlerinin arkasında ABD, AB ve Siyonistlerin olduğunu görmeyen ve bilmeyen kalmamıştı. Böyle olunca piyonların belinin kırılması, halk tarafından hesabının sorulmuş olması yeterli olmamaktaydı. Asıl perde arkası patronların ve dış odakların ortaya çıkarılması ve tavır takınılması lazımdı. Oysa AKP iktidarı hâlâ Amerika, Avrupa ve İsrail’le yan yanaydı. Oysa bölgemizdeki tüm terör örgütlerinin sahneden tamamen sökülüp atılması yolu, artık açıkça görüldüğü gibi bunları kullananlarla bağlarının koparılmasına, bir başka ifadeyle terör örgütlerine destek verenlerden hesap sorulmasına bağlıdır. Diyebiliriz ki, özellikle FETÖ konusunda halkımız gerekeni yapmış, ilk hamlelerini başarısız kılmıştır. Sırada bunları kullananlardan yani ABD ve AB ülkelerinden hesap sorulması, bir başka ifadeyle piyonların suratında patlatılan Osmanlı tokadının ağa babalarının ensesinde patlatılması vardır. Ama ne yazık ki, AKP iktidarının ve kurusıkı kahramanlıklarının bunu yapamayacağını, AKP’liler bile anlamıştır.
15 Temmuz darbe girişimine rağmen FETÖ tabanında akıl almaz bir hipnoz hali hâlâ sürüp durmaktadır. Oysa binlerce mahrem imam itirafçılığa başlamış, Emniyet, yargı ve TSK’dakilerden itirafçılar çıkmış… Mahkeme salonlarında videolar, fotoğraflar gösterilmeye başlanmış… ByLock kullananların mesajları günü, saati, metni ile deşifre edilip açıklanmış… 15 Temmuz darbe girişiminin büyük bir gizlilikle, uzun bir hazırlık dönemi sonunda (CIA tertibi ve teşviki sonucu) Pensilvanya’daki hainin organizasyonu ile gerçekleştiği artık kesinlik kazanmıştır. Normal insanların ve FETÖ’nün tabandaki taraftarların çok pişmanlık duymaları ve neye alet edildiklerini düşünerek, “biz ne yaptık arkadaş?” diye dizlerine vurmaları beklenirken, tam aksine hâlâ Fetullah’ın masum ve muhterem olduğuna inanmaları tehlikenin asıl kaynağıdır ve beyni yıkanan ve din adına hipnozlanan kalabalıkların nasıl bir tehdit unsuruna dönüştüklerinin ispatıdır. Tabandaki büyük ekseriyet hâlâ (yüzde 95-98 civarında) “biz yapmadık, bunlar hükümetin senaryosudur. Adil Öksüz’ü darbenin karargâhına MİT sokmuştur, sonra da oradan MİT kaçırmıştır. Zaten Adil Öksüz ‘Hocaefendi’nin yanına MİT tarafından yerleştirilmiş bir insandır. Bu, kontrollü bir darbe girişimiydi, cemaati bitirmek üzere kurgulandı” inancı ve iddiasındadır.
İyi de A. Öksüz’ü daha en başta öğrencilik yıllarında F. Gülen’in yanına yerleştirdiyse, onun dizi dibinde 5 yıl molla olarak eğitilmesini sağladıysa, “beklenen kurtarıcı” olarak Gülen, bunun nasıl farkına varmamıştı? Ayrıca dikkat ediniz F. Gülen bu A. Öksüz hakkında hiç konuşmamıştı… Tabandakiler insan aklıyla alay eden yalanlara öylesine sarılıyor ki, bayramlaşmalarda Fetullahçılarla karşılaşanların dediği şu: “Bunlar asla akıllanmayacaklardı… Üstelik F. Gülen bunlara hâlâ talimat yollamakta ve umut zehri aşılamaktadır. “Erdoğan bitti bitiyor, siz yeniden geliyorsunuz” diyor. Tabandaki Gülenciler buna öylesine inanıyorlar ki, sağda solda konuşmaktan çekinmiyorlardı” diyen Hüseyin Gülerce’ye hatırlatmak lazımdı: Bu Fetullahçılar, Fetullah’tan ziyade Amerika’ya inanıp tapınmaktaydı. AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanının ABD’den hesap soramadığını gördükçe de, bu batıl inançları daha da artmaktaydı…
15 Temmuz Darbesinin “Harici Boyutu”na kahramanlarımız niye hiç el atmazdı?
Her operasyon beraberinde birçok soruyu da gündeme getiriyordu. Darbeyi gerçekleştiren akıl/küresel irade ile onun sahadaki taşeronlarının sahip olduğu matruşkalı yapı, hiç kuşkusuz bu sonuçta oldukça etkili bir yere sahip bulunuyordu. Net olan durum, tehlikenin halen devam ettiği. Zira son bir yılda yaşanılan gelişmelere, özellikle de dış politika boyutuyla bakıldığında, tehlikenin tamamıyla geçtiğini söylemek pek mümkün görünmüyordu. Nitekim devam eden operasyonlar ve OHAL durumu bunun açık birer göstergesini oluşturuyordu. Her ne kadar ülke; darbe ve sonrası bir ayda yaşanan yüksek alarm durumunda olmasa da, temkinlilik hassas geçiş sürecine damgasını vurmuş durumda. Zira 15 Temmuz’a giden süreçte rol oynayan faktörler ile birlikte bu darbenin arka plan aktörlerinin “durum”, “tutum”, “hedef” ve “beklentilerinde” çok fazla bir değişiklik gözlenmiyordu.
Örnek mi? Bir değil, birkaç tanesini birden sıralayalım:
1) 15 Temmuz’a giden süreçte etkili olan Rusya dengesi halen gündemdeki yerini koruyor. Bunu değiştiremediler. Bilakis, ilişkiler Suriye merkezli, İran’ın da içine dâhil olduğu bir“defacto ittifak”a dönüşmüş vaziyette. Dolayısıyla Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinde gündeme kriz hâkim olurken, Rusya ve diğer Asya/Avrasyalı güçler ile çok kutupluğu esas alan derin bir işbirliği süreci söz konusu. ABD bırakın müttefik olmayı, artık bir tehdit olarak algılanıyor ve bu algı 15 Temmuz gecesinden itibaren zirve yapmış durumda.
2) Türkiye 15 Temmuz gecesinden bu yana NATO, dolayısıyla Batı ittifakı açısından halen riskli bir ülke. Türkiye açısından ise NATO, neredeyse dünün Varşova Paktı ile eşdeğer. Türkiye’nin NATO’daki yerini güçlendirmek isterlerken; “Avrasya Bloku”na daha da itmiş durumdalar. Bunu kabul etmeleri mümkün değil.
3) Aynı şekilde Türkiye-AB ilişkileri de topal ördek konumunda. Koptu kopacak gibi. Uzatmaları oynuyorlar. AB’nin Türkiye üzerinde bir yaptırım gücü artık söz konusu değil.Örneğin, 6 Temmuz tarihli Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını öneren Avrupa Parlamentosu (AP) raporunda Akkuyu Nükleer Enerji Santrali projesinden vazgeçilmesi de talep ediliyor. Türkiye buna, söz konusu raporu aynen Brüksel’e iade ederek cevap veriyor ve tercihini ortaya koyuyor.
4) Türkiye üzerinden İran’ı hedef alan, mezhep temelli bir “İslam İç Savaşı”nı başlatamadılar. Türkiye, “İslam İç Savaşı”nı reddettiği gibi, bir taraftan İran ve Irak ile olan ilişkilerini güçlendiriyor, diğer taraftan Suriye politikasında daha farklı bir sürece girdiğiyle de ilgili güçlü mesajlar veriyor.
5) Mısır’daki askeri darbe sonrası coğrafyadan süpürülmesi hedeflenen Türkiye, buna “İslam NATO’su” (O bir Amerikan oyunuydu. Sünni İslam’la Şii İran’ı kapıştırma senaryosuydu…), Körfez’de askeri üsler vb. projelerle cevap vermek suretiyle meydan okumasını devam ettiriyor.
6) Türkiye, ABD/Batı’ya rağmen Suriye’ye girebiliyor, Fırat Kalkanı operasyonunu gerçekleştirebiliyor ve bunu Suriye-Irak merkezli olarak daha da geliştirebileceği-derinleştirebileceğiyle ilgili mesajlarını veriyor.
Dolayısıyla, Türkiye’nin bu adımlarından rahatsızlık duyan darbeci cenahta 15 Temmuz öncesini anımsatan benzer gelişmelere hep birlikte şahit oluyoruz. Örneğin, iç politikadaher an yeni “Geziler” için fırsat kollanırken, dış politikada Türkiye’yi müttefikleri ile karşı karşıya getirmeye yönelik yeni krizler çıkartılmaya çalışılıyor. Katar-Suudi Arabistan gerginliği ve burada Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bir kez daha gündeme getirilmesi, Türk-Rus ilişkilerinde ikinci bir 24 Kasım’ı hedefleyen Karlov suikastı, Musul-Kerkük merkezli son gelişmeler ve Türkiye-İran ilişkilerindeki ince çizgi gibi… Aynı şekilde, emperyalist güçlerin ve onun taşeronlarının 15 Temmuz’da ülkeyi bölmeyi hedefleyen “iç savaş” noktasında da benzer bir tutum içerisinde oldukları dikkatlerden kaçmıyor. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak merkezli “BOP Kürdistanı”kapsamında eş zamanlı olarak atılan adımlar bunun birer somut göstergesi”[1] önemli saptamalardı. Ancak “Devlet ile Hükümeti” ayırarak bunları okumak ve anlamak lazımdı. Aksi halde AKP yalakalığından başka sonuca varılmazdı.
“Dinlerarası diyalog FETÖ suçu” ise AKP iktidarı hâlâ bu suçun ortağıydı!
Hatırlayacaksınız Yunanistan’la aramızda Ayasofya krizi yaşanmıştı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Ayasofya’da Kadir Gecesi programı hazırlaması, ardından sabah ezanı okunması üzerine Yunanistan Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak, Türkiye’yi kınamış ve bunun “Kabul edilemez bir provokasyon” olduğunu açıklamıştı. Yunanistan açıklamasında, Ayasofya’yı camiye çevirme girişimlerinin uluslararası toplumu rencide ettiği belirtilip, buna tepki gösterilmesi çağrısında bulunulurken, “Dünyadaki bütün Hıristiyanların dini duygularına ve bu kültürel mirası yücelten odaklara yönelik açık, kabul edilemez bir meydan okuma söz konusudur. Böyle bir dönemde dinlerarası diyaloğun zayıflatılmak yerine teşvik edilmesi gerekir” çağrısı yapılmıştı. Yıllardır Batı Trakya Türklerinin kimliğini dahi tanımayan, din özgürlüğü başta olmak üzere her türlü insan hakkından mahrum bırakan Yunanistan, ülkemizde nerede ve nasıl ibadet yapılacağına, özetle egemenlik hakkımıza karışacak kadar küstahlaşmıştı. Oysa Başbakan Binali Yıldırım bundan 4 gün önce Atina’daydı. Çipras’la ne kadar da güzel, samimi “kazan-kazan” mesajları yayınlamış, iftar için gittiği Gümülcine’de de 15 yıldır tüm “üst düzey diyaloglara” rağmen sorunlarında milim düzelme olmayan Batı Trakya Türklerine, “Her zaman yanınızdayız” dedikten sonra “AB vatandaşlığı ayrıcalığını en iyi şekilde kullanıp, AB üyesi bir ülkenin nimetlerinden yararlanmalarını” tavsiye buyurmuşlardı.
Yunanistan’ın Ege’deki işgallerine sesini çıkarmayan Dışişleri Bakanlığımız, Ayasofya konusunda hemen tepki koymuşlardı. Yunanistan’ı kınayıp, “çağdaş, bütün dinlere saygılı ve demokratik bir ülke olmaya” davet eden Bakanlığımız, bu ülkenin dini özgürlükler konusundaki karnesini şu iki örnekle vurgulamıştı: “Yunan makamlarının, Yunanistan’daki Müslüman Türk azınlığı dini özgürlükler konusunda gittikçe artan baskıya maruz bıraktığını, olağan görevlerini yerine getirdiği için seçilmiş Müftüler hakkında davalar açtığını, ibadete açık bir caminin bulunmadığı Selanik’te Müslümanların Ramazan Bayramında, tarihi camilerden birinde namaz kılma taleplerinin bu yıl da olumsuz karşılandığını” hatırlatmıştı.
Yunanistan’ın açıklamasında, “dinlerarası diyalog” ifadesi vardı ya, Dışişleri Bakanlığımız bunu da şöyle yanıtlamıştı: “Başkentinde henüz ibadete açık bir cami bulunmayan Yunanistan’ın açıklamasında belirttiği dinlerarası diyalogdan ne anladığı, soru işaretine sebep olmaktadır.” Yunanistan “dinlerarası diyalogdan ne anlıyor?” bilmiyoruz, ama acaba Dışişleri Bakanlığımız ne söylediğinin farkında mıydı? diye soran Müyesser Yıldız şu çarpıcı çelişkiyi ortaya koymuşlardı.
Niye mi? Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca 15 Temmuz’dan önce hazırlanan ve “FETÖ” davalarının ilki olan çatı iddianamesinin “Fetullahçı Terör Örgütünün Faaliyetleri ve İşlediği Suçlar” başlıklı 11’inci bölümünün ilk sırasında: “(Syncretic) Yeni Bir Din İnşa Etmek: Dinlerarası Diyalog” suçu yer almaktaydı. Üç sayfa ayrılan bu suçla ilgili olarak da özetle şunlar anlatılmıştı:
“Hıristiyanlar, birçok ülkede misyonerlik faaliyetleri yürütmektedir. Diyalog ve Hoşgörü Projesi, misyonerlik faaliyetlerine destek vermek amacıyla ilk defa 1962 yılında Vatikan XIII. Konsülü tarafından telaffuz edilmiş, 06 Ağustos 1964 tarihinde Papa VI. Paul tarafından ‘Ecclesiam Suam’ ismi ile yayınlanan bildiride diyalogdan bahsedilmiştir… Papa II. Jean Paul’un 1991 yılında ilan ettiği ‘Redemptoris Missio’ (Kurtarıcı Mesih) isimli genelgesinde; ‘Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçası yerindedir… Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir’ demektedir. Papa II. John Paul 24 Aralık 1999 milenyum mesajında ise; ‘Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda hedef Asya’dır’ diyerek, asıl hedefin ne olduğunu açıkça belirtmiştir. Bilinen ve açıkça beyan edilen bu gerçeklere rağmen Fetullah Gülen, dinlerarası diyaloğun dünyadaki sahibi Vatikan’a, Papanın ayağına gitmekten vazgeçmemiştir. Türkiye’de bu işi üslenen, ülke gündemine getiren ve kurumsallaştıran kişi Fetullah Gülen’dir.”
İddianamede, “FETÖ”nün bu kapsamda yaptığı faaliyetlerin tek tek sıralandığını, ayrıca tutuklu sanıklardan Zaman Gazetesi’nin ilk sahibi Alaaddin Kaya hakkında bazı tanıkların, “Fetullah Gülen Alaattin Kaya vasıtası ve Kasım Gülek aracılığı ile Vatikan’la temas başladı. Alaaddin Kaya, Fetullah Gülen ve Fener Rum Patriği Bartholomeos ile irtibatı sağladı, Fetullah Gülen’in Papa II. John Paul ile görüşmesinde yanında bulunmuşlardı” şeklindeki ifadelerine yer verildiğini de hatırlatıp, soralım: Dışişleri Bakanlığımızın bu gelişmelerden hiç haberleri olmamış mıydı?
Yoksa Dinlerarası Diyalog işini FETÖ’nün kurumsallaştırdığına ve suç olduğuna hâlâ inanmamışlar mı ki, buna rağmen “dinlerarası diyaloğa” dikkat çekip duruyorlardı? Haydi bir soruda biz soralım: Yoksa BOP eşbaşkanlığı gibi Dinlerarası Diyalog tahribatı da, perde arkasından ve AKP iktidarınca hâlâ yürütülüyordu da toplum FETÖ mücadelesiyle mi avutulup oyalanmaktaydı?
Oysa 2005 yılı Mayıs ayında, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olan Doç. Dr. Mehmet Görmez, Diyanet dergisinde, “Hiçbir dinin temel iddiaları bir tarafa bırakılamaz” diyerek, “Bir arada yaşamanın en büyük risklerinden biri, hâkim gücün farklılıkları aza indirgemesi, hatta tamamen ortadan kaldırmasıdır. Farklılıkları yok etmeyi, onlara şekil vermeyi, onları belli bir forma sokmayı diyalog biçimi olarak görmüyoruz” ifadelerini kullanmıştı! Yani Vatikan’ın projesi olan dinlerarası diyaloğun savunuculuğunu yapmıştı. “Hâkim güç” derken de üstü kapalı siyasi mesaj vermiş olmaktaydı! 2008 yılında Mehmet Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hadisler üzerinde yaptığı kapsamlı çalışmayı, İngiltere’de bir basın toplantısı ile açıklamıştı! The Guardian gazetesi, “Türkiye, İslâm’a 21. yüzyıl yorumu getirmek için çalışıyor” başlığıyla verdiği haberde, “İslâm inancının Batı değerleriyle bağdaştırılması da hedefler arasında” gibi ifadeler kullanmıştı.
İslâm dünyası, ABD’nin silahlı girişimleriyle ve Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarın gayretiyle dönüştürülüyor ama Diyanet İşleri Başkanı, “Bölgede barışın ve huzurun teminatıyız” diyordu. Oysa iktidarın uyguladığı politikalar İslâm dünyasına kan ve gözyaşı getirirken, Batı dünyasının barış ve huzur içinde yaşamasını sağlamış oluyordu… İşte Rum basınında, “Türkiye’nin Kıbrıs’ta yüzde 80 asker azaltmaya hazır olduğu” bildiriliyordu. Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Ümit Yalım, “Katar’a Türk askeri gönderilirken, Kıbrıs’tan neden Türk askeri çekiliyor? Hem de Rum yönetimi asker sayısını artırır ve İsrail ile ortak askeri tatbikat yaparken” sorusu hâlâ yanıtını bekliyordu. “Irak, İran, Suriye ve Türkiye’nin parçalanarak kurulması istenen dört parçalı Kürdistan’a doğru hızla gidiliyor! Ege’de dünyaya açılan kapımız olan adaların işgaline göz yumuldu. Elimizde dünyaya açılan tek kapı olarak kalan Kıbrıs’ta da durum vahim. Gelin BOP’tan vazgeçelim, Kıbrıs’tan vazgeçmeyelim” uyarılarına neden kulak tıkanıyordu?
FETÖ’nün Hava Kuvvetleri imamı olduğu iddia edilen Adil Öksüz’ün serbest bırakılmasıyla ilgili asker, emniyet personeli ve 1 Başbakanlık müşavirinin de aralarında bulunduğu 28 kişi hakkında iddianame hazırlanmıştı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, FETÖ’nün darbe girişiminin kilit isimlerinden firari Adil Öksüz’ün serbest bırakılmasıyla ilgili 13’ü asker, 14’ü Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve biri Başbakanlık müşaviri 28 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame tamamlanarak mahkemeye göndermiş bulunmaktaydı. FETÖ’nün sözde “Hava Kuvvetleri Komutanlığı imamı” olduğu belirlenen şüpheli Adil Öksüz’ün, 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin soruşturma sırasında gözaltına alınmasının ardından Ankara Batı Sulh Ceza Hakimliği’nce adli kontrol kararıyla serbest bırakılmasıyla ilgili soruşturma tamamlanmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianame, Ankara 23. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yollanmıştı.
Soruşturma kapsamında 13’ü asker, 14’ü Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve biri Başbakanlık müşaviri 28 şüpheli hakkında yurt dışına çıkış yasağı adli kontrol tedbirinin uygulandığı açıklanmıştı. İddianamede, 4 şüpheli hakkında “silahlı örgüt üyesi olmamakla birlikte silahlı örgüt adına suç işleme, görevi kötüye kullanma, suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme, suçluyu kayırma”, 21 şüpheli hakkında “görevi kötüye kullanma, suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme, suçluyu kayırma”, 2 şüpheli hakkında “silahlı terör örgütüne üye olma, görevi kötüye kullanma, suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme, suçluyu kayırma” ve bir şüpheli hakkında ise “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve suçluyu kayırma” suçlarından hapis cezası istendiği ortaya çıkmıştı.
Hürriyet’in haberine göre, iddianamede, Başbakanlık Müşaviri olarak görev yapan Ali İhsan Sarıkoca’nın Adil Öksüz’ü gözaltındayken ziyaret ettiği saptanmıştı:
Ali İhsan Sarıcakoca ifadesinde Adil Öksüz ile yaptığı görüşmeye ilişkin olarak şunları anlatmıştı:
“Karakola saat 17:30-18:00 sıralarında vardım. Karakol bahçesine geçtiğimde orada karakol binasının önünde darbeciler sıraya dizilmiş vaziyette bulunuyordu. Karakolun bahçesinde Serter KOÇAK ile konuşmaya başladık, konuşmamızda Serter KOÇAK bana darbecilerden birisinin yardımcı doçent olduğunu ve FETÖ’nün imamı olduğunu söyledi. Ben sabaha kadar darbecilerle uğraştım ve darbecilerin şehit ettiği insanlarımız ve onların yakınlarıyla ilgilendiğimden dolayı çok etkilendim, bu etkilenmemden dolayı Serter KOÇAK’ın bana söylemiş olduğu FETÖ’nün imamı olduğunu söylediği yardımcı doçent ile görüşmek istedim ve kendisiyle görüşmeye başladığım bu kişinin daha sonradan Adil ÖKSÜZ olduğunu öğrendik. Adil ÖKSÜZ ile ben görüşmeye başladım. Adil ÖKSÜZ bana kendisinin ilahiyatçı olduğunu söylemesi üzerine ben de hem imam hatip lisesi mezunu hem de hafız olduğum için kendisine “bu kadar sivil vatandaşı İslamiyet’teki hangi kritere dayanak öldürdünüz, diye sordum. Adil ÖKSÜZ bana cevaben ‘biz bunları tasvip etmiyoruz’ dedi. Akabinde bana “masum insanların öldürülemeyeceğine” ilişkin bir ayet okudu, ben de kendisine cevaben “niçin söylediğiniz şeyleri yapmazsınız” mealindeki ayeti okudum ve kendisinin Müslüman olmadığına inandığımı kendisine söyledim. Yanılıyorsam ve kendisinin de Müslüman olduğunu kabul ediyorsa kendisinin ailesinin ve tüm Müslümanlar için bildiği her şeyi anlatması gerektiğini kendisine söyledim. Bu sayede belki de ahiretini kurtarabileceğini kendisine söyledim. Başını eğip sessiz kaldı. Bunun üzerinden ben de yanından ayrıldım, kendisiyle başka türlü bir irtibatım olmadı.”
15 Temmuz Kalkışmasını asıl önleyen TSK ve duyarlı Halkımızdır.
“Sevdiğim bir meslektaşımın söylediği “Kalkışmayı önleyen TSK’nın kendisidir”sözleri beni adeta silkelemişti. Kafama bir çivi çakılmış gibi hissettim kendimi.” diyen Milli Gazete yazarı, hiç üşenmeden Türk Silahlı Kuvvetlerinin 14 Temmuz 2016 günkü, yani kalkışmadan bir gün evvelki envanterini çıkarmıştı.
İşte Tank envanteri: 1361 adet M60, 170 adet Sabre3, 171 adet Leopar, 339 adet Leopar 2, 1000 adet Altay (alınan ve yapılmakta olan), 350 adet Fırtına T155, 362 adet M S2, 219 adet M110A ve 400 adet Panter. Toplam tank sayısı: 4372 kadardı.
Zırhlı Araç envanteri: 336 adet Atak, 1000 adet FNSS, 900 adet MSS, 650 adet FNS, 500 adet Atak2, 156 adet M13, 70 adet Allta, 48 adet ZTA, 900 adet Kobra, 3161 adet M113A ve 400 adet BMC. Toplam Zırhlı araç sayısı: 8121 olmaktaydı.
Helikopter envanteri: 109 adet Skorsky, 28 adet Cougar, 114 adet Iroquoil, 18 adet M17, 10 adet Chonook, 7 adet Süper, 3 adet Viper, 32 adet Cobra ve 100 adet Atak (mevcut ve sipariş). Toplam Helikopter sayısı: 421’e ulaşmaktaydı.
Savaş uçağı envanteri: 240 adet F16, 54 adet Terminator, 30 adet Blok50 F16, 116 adet F35. Toplam savaş uçağı sayısı: 440’ı bulmaktaydı.
14 Temmuz 2016 günkü Askeri personel sayısı: Toplam 561 bin 496 (Er, erbaş, astsubay, subay ve general)
Kalkışmayı planlayan ve uygulamada fiilen yer alan araç ve personel sayısı: 74 adet tank, 246 adet Zırhlı Araç, 37 adet helikopter, 35 adet savaş uçağı, 3 bin 992 adet hafif silah ve 8 bin 651 askeri personel (Er, Erbaş, Astsubay, Subay ve General)
Kalkışmaya fiilen katılanları, TSK’nın bütünü ile kıyasladığımızda, bu grubun, mazisi şan ve şerefle dolu, gücünü her zaman ve her koşulda yüce Türk milletinden alan TSK içerisinde çok küçük bir sayıda olduğu anlaşılmaktadır.
Kalkışmacıların, TSK’nın tümüne oranı: Personel %1,5, savaş uçağı %7 (35 uçak bunun 24’ü muharip uçak), helikopterlerde %8 (37 Helikopter bunun 8’i taarruz helikopteri), tank ve zırhlı araçlarda %2,7 (246 zırhlı araç, bunun 74’ü tank), gemilerde %1, (3 gemi) hafif silahlarda %0,7 (3992 adet hafif silah) Kalkışmaya katılan personel, araç, gereç ve silahın TSK’nın bütününe oranı: %1,5 oranında kalmıştır. Şimdi daha iyi anlıyoruz ki, TSK’nın yüzde 98 buçuğu kalkışmaya katılmamış ve katılmadığı gibi de bozulması mümkün olmayan emir-komuta disiplininin dışına çıkarak darbeyi önlemeye çalışmıştır.[2] Ve tabi cesur ve duyarlı halkımız da, canları pahasına kahraman ordumuza yardımcı olmuşlardır.
AKP iktidarının Yeni Kabile değişikliğinde eski hızlı FETÖ’cüler Bakan yapılmıştı!
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına atanan Jülide Sarıeroğlu, 12 Mayıs 2013’te Twitter hesabından: “Antalya’da halk AKP’ye karşı yürüyor… Binler “Tayyip istifa” diye haykırıyor…” diye yazmıştı. 8 Eylül 2013’te ise Fetullah Gülen’in: “Gıybet ve dedikodu kadar bir toplumu fesada sürükleyen ikinci bir virüs gösterilemez” sözünü paylaşıp, AKP’lileri FETÖ’cülere karşı iftira atmak ve dedikodu yapmakla suçlamıştı.
16 Mayıs 2013’te ise Jülide Hanım: “Güya IMF’ye borcunu ödeyen AKP Türkiyesi’nde, aslında her bebek 4500 dolar borçla doğuyor.” hatırlatmasını yapmıştı.
Şimdi bu kafaların bakanlığa taşınması Fetullahçılarla mücadele mi sayılmaktaydı?
AKP iktidarının Fetullahçılara ilk kıyağı: Nil Yayınları Resmen Tescillemişti;
“Fetullah Gülen markalı” … Devamını okumak için tıklayınız.
[1] mehmetseyfettinerol@milligazete.com.tr
[2] 17 07 2017 / ataatun@milligazete.com.tr
[3] (Nokta Dergisinden alıntı. 30.03.2011 – odatv.)
[4] Mesut Hasan Benli / Ankara / 04 Temmuz 2017 / Hürriyet