İdlib Harekâtı ve Muhtelif Yorumları: TAKTİK MANEVRALARLA, STRATEJİK BELALAR SAVUŞTURULAMAZDI!

889
Paylaş:

18 Ekim 2017

2013’te yayınladığımız “Amik Ovası ve Yaklaşan Armageddon savaşı” Kitabımızdaki tespit ve tahlillerimizde ne denli haklı olduğumuz defalarca ortaya çıkmıştı. Akdeniz’den ve Güney bölgelerimizden, Kuzey Irak ve Suriye üzerinden kuşatıldığımızı artık Cumhurbaşkanı bile dillendirmeye başlamıştı.

AKP iktidarının normalleşme anlaşması imzalayarak, işgal ve zulümlerine meşruiyet kazandırdığı İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayalinin hizmetçisi Siyonist Yahudi Lobilerinin güdümündeki ABD’nin; Suriye PKK’sı olan PYD ve YPG’ye gönderdiği silahlar 4000 (dört bin) TIR’a yaklaşmıştı. Bu silahlar 55 bin askeri donatacak kadardı ve pek çok devletin bile elinde bulunmayan son sistem saldırı silahlarıydı. Yani stratejik müttefikimiz ABD, hem Kuzey Irak’ta, hem Kuzey Suriye’de kendi güdümünde Kürt devletçikler oluşturmak ve silahlandırmak suretiyle Türkiye’yi kuşatmaktaydı. Zaten Donald Trump; peşin 126, toplam 270 milyar Dolarlık silah satışı anlaşması için Arabistan’a gidişinde: 1- İsrail’in güvenliğini kesinlikle sağlayacaklarını, 2- Bölgede İran’ı en büyük tehdit saydıklarını, 3- İran’la İsrail arasında bir tampon oluşturmak üzere seküler bir Kürdistan’ı kuracaklarını resmen açıklamıştı.

Acaba bütün bu tehdit ve tehlikeleri gören Milli Türkiye ve TSK, Astana’da Rusya ve İran’la varılan mutabakat gereği, ciddi ve caydırıcı bir askeri birlikle Ekim 2017 başında İdlib’e girme kararı almış ve iktidar da buna mecbur mu kalmıştı? Yoksa İsrail ve ABD’nin Kuzey Irak’ta ve Barzanistan’ın altında oluşturulmasını istediği Şİİ KUŞAĞI’na dolaylı destek mi sağlamıştı? Ve yine kendi şeytani planlarının kösteklendiğini gören ABD; FETÖ elebaşı gizli papaza Pensilvanya’da sahip çıktığı halde, biz de FETÖ kapsamında tutuklanan Evangelik papazı ve İstanbul Konsolosluğunda barındırdıkları Türk casusları bahane ederek vize yasağı kararı alarak oyalarken, Kerkük’ü de içine alan İran güdümlü Şii kuşağına meşruiyet mi kazandıracaktı?

Türkiye ve ABD arasında vize krizine neden olan ABD ajanlarının tutuklanmasıyla ilgili yeni bir gelişme yaşanmıştı. Yeni Asır gazetesinin haberine göre; İzmir’de FETÖ’den tutuklu bulunan ve ABD’nin üst düzey ajanlarından olduğu saptanan Papaz Andrew Brunson‘a ait bir ses kaydında, papazın aldatıp ayarladığı bir gence ABD’de özel harp ajanlarının ve subaylarının kullandığı bir su arıtma cihazı, 5 gün aç kalması halinde bile yüksek kalori alabileceği haplar ile soğuk ve sıcağa dayanıklı özel bir fular verdiği anlaşılmıştı. Brunson ses kaydında bu gence, 15 Temmuz 2016’da yapılacak darbe girişimine atıfta bulunurcasına, 2016 yılında yaz aylarında büyük bir deprem olacak. Bunları önemli ve her an bulabileceğin bir yere sakla. O depremden sonra İstanbul ABD Konsolosluğuna benim yanıma geltavsiyesinde bulunmuşlardı.

Başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye ile ABD arasında yaşanan vize krizine ilişkin, “Öncelikle moralinizi bozmayın. Vize konusu fazla abartıldı. Krizin kısa sürede çözüleceği konusunda iyimserim. Biz açıkçası ABD Dışişleri Bakanlığı’nın rutin bir soruşturmaya verdiği tepkiye çok şaşırdık” diyerek aslında kof palavralarla, iç politika propagandası yapan Sn. Erdoğan’ın tavrının perde arkasını açığa vurmaktaydı. Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın da “Bu vize krizi bir günde çözülecek bir meseledir” diyerek bir avuç suda fırtına koparılmaya çalışıldığını dolaylı biçimde vurgulamış olmaktaydı.

AKP iktidarının bunca talan ve tahribattan sonra, çok geç de olsa, Rusya, İran ve Suriye ile ortak bir cephe oluşturması, hayırlı ve yararlı bir adımdı ve elbette buna destek çıkılmalıydı. Ancak bizim kuşkumuz; halâ Amerika’yla stratejik irtibat sürdürülürken, İran ve Rusya ile taktik bir ittifak ne denli kalıcı ve kapsayıcı sonuçlar doğuracaktı? Üstelik Erbakan’ın tarihi D-8 atılımını canlandırmak varken, Siyonizm’in kapitalist Amerika’sına karşı sosyalist Rusya’sına sığınmak ne kadar tutarlıydı ve ne kazandıracaktı? Yarın Rusya ve İran, “Biz İdlib’ten çekiliyoruz, sen de çık…” derse AKP Türkiye’si ne yapacaktı, bir planı var mıydı?

DEAŞ’ın ortaya çıkmasından sonra Gaziantep, Kilis gibi illerimizde bombalar patlamaya başlamıştı. Türkiye bekleyerek ya da başkalarına bel bağlanarak sonuç alınmayacağını anlamıştı. Fırat Kalkanı Operasyonu’yla Cerablus ve El Bab’a girerek DEAŞ’la birlikte PYD/YPG hesaplarını da boşa çıkarmıştı. TSK, Astana görüşmelerinin bir sonucu olarak şu an İdlib’de konuşlandı. Mart 2015’te İdlib, Esad’ın kontrolünden çıkmıştı. Yabancı savaşçıların ve cihadçı selefi grupların geçiş noktasıydı. Türkiye buraya girerek bu grupların geçişlerini kesmiş olacaktı. Fırat Kalkanı ve Astana sürecine katılmayı reddedenler Heyet Tahrir el-Şam cephesini kurmuşlardı. Türkiye bu cepheyi dağıtacak tedbirler alacaktı. Şayet Esad rejimi bölgeyi havadan bombalarsa büyük bir göç dalgası olabilir endişesi vardı. İnsanlar böyle bir saldırıdan kaçarak Türkiye’ye sığınmaya çalışacaktı. Çevrenin güvenliği sağlanarak böyle büyük bir göçün önüne geçilmiş olacaktı. Esad güçlerini de kuzeye doğru yönlendirmek amaçlanıyordu. Ayrıca Afrin’de YPG’nin koridor açıp Akdeniz’e inmesine engel olunacaktı. İyi de ya Rusya ve İran, Kerkük dahil, yeni oluşturulan Şii koridorunu tamamlayıp bizi yalnız bırakınca ne olacaktı?

BBC’de de yer alan habere göre; “İdlib’in savaşın son sahnesi olacağı varsayılmaktaydı. Suriye ordusunun, Deyr el Zor’daki operasyonu tamamladıktan sonra İdlib’e yönelmesi ihtimali vardı. Türkiye Rakka ya da Deyr el Zor’daki gibi bir cephe savaşına dönüşmeden İdlib’deki grupları çatışmasızlık rejimine ikna etmeye çalışacaktı…” Belki de Suriye’de son cephe İdlib olacaktı. Ondan sonra masaya oturulup Suriye’nin geleceğine dair kararlar alınacaktı. Burada da en belirleyici ülke Rusya ile beraber Türkiye olacaktı. Yıllarca Esad’ı dışlayan ve yok sayan AKP kafası, sonunda dolaylı da olsa Suriye yönetimiyle işbirliğinin gereğini kavramıştı ve Erbakan’ın yıllar öncesi tavsiyelerine uymak zorunda kalmıştı.

Yahudi John Bass’tan; Hem itiraf, hem de tehdit çıkışları ve “Bombalar patlamıyorsa sayemizde” küstahlığı.

ABD Büyükelçisi John Bass, Türkiye ile ABD arasında yaşanan vize krizine ilişkin muhabirlere açıklama yapmıştı. Çalışanlarını yargıdan kaçırmadıklarını dile getiren Bass, vize kararının büyükelçilik tarafından değil, ABD hükümeti tarafından alındığını hatırlatmıştı. Toplantıdaki en dikkat çeken cümleler ise Bass’ın ağzından çıkan, “Türkiye’de eğer 9 aydır bombalar patlamıyorsa ABD’nin sayesindeitirafıydı. John Bass Yahudisi, iki ülke arasında krize sebep olan vize yasağına ilişkin yaptığı açıklamada, kararın elçiliğe değil, ABD hükümetine ait olduğunu üstüne basarak hatırlatırken, Türkiye’nin büyükelçilikteki ajanlık iddialarını da yalanlamıştı.

2 Yıl öncesini niye hatırlatmıştı!

Bass’ın ayrıca, “Türkiye’de 9.5 aydır IŞİD terör eylemi yapamıyor, 2 yıl önceki 10 Ekim trajik saldırısını hatırlıyoruz. IŞİD’in bu ölçüde bir saldırı gerçekleştirememesi, hükümetlerimizin bu konuda yakın yoğun işbirliğinden kaynaklanıyor. ABD, Irak’taki gelişmeler ve PKK’dan gelecek tehditler konusunda da çok hassas” ifadelerini kullanması tam bir tehdit ve küstahlıktı. Bu ifadeler “İŞİD ve PKK’nın terör eylemleri de bizim himayemizde yapılmaktadır…” gerçeğinin dolaylı itirafıydı.

İdlib Operasyonu ve Vize Oyunları!

İktidarın bütün yanlışlara rağmen geçtiğimiz yıl yapılan Fırat Kalkanı Harekâtı sınırlarımızdaki terör yapılanmalarını bertaraf etmek adına doğru bir adımdı. Şimdi ise İdlib’te Rusya ve İran ile birlikte oluşturulmaya çalışılan çatışmasızlık bölgesi aynı Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi doğru bir karardır. Ancak abartılmaktaydı. Çünkü İdlib operasyonu Rusya’nın bir planıydı. Sınırlarımızda haritaların yeniden çizilmesini hedefleyen, bunu yapmak için otuz yılı aşan bir süreden beri Türkiye’yi tehdit eden terör örgütü ile iş tutan ABD’den stratejik olanı bir yana sıradan bir müttefik bile olmazdı. Ayrıca haklarında 15 Temmuz gibi bir felaketin yaşanmasına sebep oldukları iddiasıyla tutuklama kararı bulunanların iadesi ile ilgili kulağının üstüne yatmaya devam eden ABD’nin bu tavrı düşmanlık gösterisinden başka bir şey sayılmazdı. ABD daha da küstahlaşıp, Türklere vize verilmemesi kararını Büyükelçi John Bass’ın değil, bizzat ABD yönetiminin olduğunu açıklamıştı. Konsoloslukta çalışan bir kişinin tutuklanmasına karşı vizelerin askıya alınması kararı, bu kişinin 15 Temmuz sürecinde önemli görevler yaptığının bir kanıtıydı ve ABD’nin suçluluk telaşıydı…

Bunun yanında Irak’ta yapılan referandumun oldubittiye getirilmesi sürecinde her zamanki duyarsız tavrını gösteren ABD’nin uygulamaları da, politikaları da, bu bölgeye Afganistan’da olduğu gibi kalıcı olarak yerleşmek hesaplıydı. Çin ve Rusya’yı engellemek adına Yakındoğu üzerinde oluşturmaya çalıştığı hegemonyasını güçlü kılmak için Ortadoğu üzerinden bu bölgeyi tamamen kuşatmaktı. ABD’nin PYD’ye verdiği silah desteğinin amacı DAEŞ’e karşı mücadele etmek olmadığı açıktı. Kantonların birleştirilmesi ile Irak’ın kuzeyinin yakın gelecekte bütünleşmesi hedefinin BOP ile belirlenmiş bir yol haritası olduğu ortadaydı. Ankara, Tahran ve Moskova’nın Astana görüşmeleri üzerinden yakınlaşması sonrası, bu üç ülkenin ABD’nin yol haritasının önüne bir set koyma planı bölgedeki dengelerin ABD aleyhine bozulma ihtimalini ortaya çıkardı. İşte vize şantajıyla tansiyonun yükselmesinin başlıca sebebi aslında bu adımdır.[1]

İdlib operasyonu abartılmamalıydı!

Medya Türkiye’nin Fırat Kalkanı’na benzer bir operasyonla İdlib’e gireceği yönünde bir hava oluşturmaktaydı. Öyle ki MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “Kerkük 82, Musul 83” diye başlattığı sıralamayı “İdlib 84, Afrin 85” diye sürdürenler bile çıkmıştı. Oysa İdlib konusunda durum çok farklıydı. Hatırlayınız:

– Fırat Kalkanı operasyonu, planları Genelkurmay Karargâhı’nda MİT ile birlikte planlanan, Dışişleri Bakanlığı’nın ABD ve Rusya ile eşgüdüm sağlamasıyla, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurları ile birlikte icra edilen bir operasyondu. İdlib operasyonu ise Rusya, İran, Suriye ve Türkiye’nin Astana’da vardığı mutabakatın devamıydı. İdlib operasyonu ise, Esad yönetimi ile uluslararası toplumun ‘terörist unsur’ olarak görmediği isyancı silahlı grupların Astana’da vardığı çatışmasızlık mutabakatına uyulup uyulmadığını gözetlemek için tasarlanan üç operasyondan birisi olmaktaydı.

– Operasyonların ilki Suriye’nin güneydoğu sınırında, ikincisi güneybatısında başlamıştı. Rusya doğuyu İran ve Ürdün’le, batıyı Mısır’la kontrole almıştı. İdlib operasyonu da Suriye’nin kuzeybatısında yine Esad rejimi ile isyancı silahlı gruplar arasında varılan ateşkesin gözetlenmesi, ihlallerin raporlanması için icra edilecek bir operasyon kapsamındaydı. İdlib’in kuzey hattında kurulacak 14 gözetleme noktasından TSK (500 askerle), güney hattında kurulacak gözetleme noktalarından da Rusya, ateşkese uyulup uyulmadığını gözetlemeye başlayacaktı. TSK’nın bazı gözetleme noktaları, YPG’nin kontrolündeki Afrin’in güneyinde bulunacaktı. Bu da YPG’nin Akdeniz’e koridor açma arzusuna karşı TSK’ya önemli bir taktik üstünlük sağlayacaktı. Ancak, YPG’nin söz konusu hatta yönelmesine Rusya da, Esad da karşı çıkmaktaydı.

– İdlib operasyonunu diğer iki operasyondan farklı kılan faktör, gözetlenecek bölgede “terörist unsur” bulunmasıydı. Astana zirvesinde alınan kararları “Suriye devrimine ihanet” sayarak El Nusra, Ahrar’uş Şam gibi örgütlerden kopan ve rejim ile ateşkesi kabul edenlere savaş ilan eden silahlı grupların oluşturduğu “Heyet Tahrir El Şam-HTŞ” örgütü bunlardandı. HTŞ, Astana’daki son toplantıdan sonra Suriye’nin Hatay sınırında ve İdlib’de büyük ölçüde kontrolü ele geçirmiş durumdaydı. Bu yüzden, TSK’nın “ateşkes gözetleme” noktalarını tespiti ve bu noktalara intikali “güvenlik açısından riskli” bulunmaktaydı. Bu nedenle de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve bölgedeki “terörist olmayan” diğer grupların HTŞ’yi bertaraf etmesi için ayrı bir güvenlik ve asayiş operasyonu başlatılmıştı. Bu operasyona Türkiye karadan top atışlarıyla, Rusya havadan bombardımanlarla destek sağlamıştı.

HTŞ’nin bertaraf edilmesi sürecini ABD de destek çıkmaktaydı. ABD ile Rusya arasında bu konuda bir mutabakat vardı. Dolayısıyla Türkiye’nin İdlib’e asker göndermesine ABD de aslında sıcak bakmakta ama, kontrol dışına çıkmasın diye ters tavır takınmaktaydı. Özetle İdlib operasyonu. Rusya’nın orkestra şefliğinde yapılmaktaydı. Yani Türkiye’nin savaşa falan gittiği yoktu. İdlib operasyonu, Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği gibi bir “barış operasyonu” ve Esad ile Rusya’nın mutabakatıyla yürütülüyordu. Fırat Kalkanı’nı sınır ihlali gerekçesiyle BM’ye şikâyet eden Esad’ın İdlib’deki TSK unsurlarına sessiz kalması dikkatlerden kaçmamıştı.”[2]

Canlı yayında Doğu Perinçek’e açıkça:

“Türkiye’nin en az oy alan partisini; Rusya, Suriye ve İran resmi heyetle görüşmeyi kabul edecek kadar neden dikkate alıyordu? Sizin bu gücünüz nereden kaynaklanıyordu? Türkiye’nin geleceğinde Vatan Partisi’nin olduğunu onlar görüyor ve Türkiye ile arayı düzeltmek istiyorlarsa, bunu yapmak için neden Türkiye’de en az oy alan bir partinin liderini aracı kılıyordu? Putin’in, “Türkiye’de biz Kemalistleri yönetimde görmek istiyoruz” sözleri bütün bu ilişkileri açıklamaya yetiyor muydu? Halkta karşılığı yoksa Vatan Partisinin gücü nereden çıkıyordu?” sorularını yönelten ve bunaltan Kübra Par bir türlü doğru ve doyurucu yanıtlar alamıyordu.

Abdurrahman Dilipak’la Soner Yalçın’ı ve Doğu Perinçek’i “Erdoğan’ı savunma” hattında buluşturan sebepler (veya merkezler) ne olaydı?

Bay Dilipak şöyle uyarmaktaydı:

“Senaryo netleşiyor. Türkiye’yi, diktatörlük, soygun ve teröre destek vermekle, kara para cenneti olmakla suçlayacaklar. Libya’da savcılık, büyük çoğunluğu Türkiye ve Katar’da bulunduğu ileri sürülen 826 kişi hakkında tutuklama kararı verdi. Bunların arkası gelecek. Bu başlık altında oluşturulan 5000 sayfalık dosya 5 yıldır masalarında bekliyor. Yurtiçi ve yurtdışından telefon kayıtları, videolar, hacklenen e-mail dosyaları, server’ler… Sadece AKP, bazı bakanlıklar ve resmi kurumlar yok bu dosyalarda, bazı şirketler, patronlar, gazeteciler, bürokratlar, STK’lar, herkes var… Aha bunu bir kenara not edin, 15 Temmuz’un 2. Dalgası böyle geliyor. Siz belediye başkanları, il ilçe başkanları ile uğraşadurun… Tabii, bu arada bölgede ABD’nin çarkına çomak sokan herkes, Erdoğan’ın, AKP’nin işbirlikçisi, tetikçisi çıkacak. Onlardan para ve uçkur peşinde olanların kasetleri ortaya dökülecek, paracıklarına el koyacaklar…”[3]

Bay Soner Yalçın ise şöyle yakınmaktaydı:

“Erdoğan nefreti gözünü kararttığı için değişen bölgesel dengeler, yeni ittifaklar üzerine siyaset üretmek istemeyenler aldanmaktadır. Evet, Erdoğan’ın dış politikası büyük hataydı. Türkiye’ye büyük zararı oldu. Ama bugün realite Erdoğan’ı; Rusya, İran, Suriye ile aynı masaya oturtuyor. Bu masaya gözümüzü kapatabilir miyiz? Bu dış politik gelişmeyi görmezden gelip aynı sözleri-yazıları tekrarlamayı mı sürdürmek lazım? Bozanlar bozduğunu toparlamaya çalışıyorsa aynı sözleri tekrarlamanın kime yararı var? “Hangi nedenle olursa olsun” bugün emperyalizm ile Erdoğan karşı karşıya geliyor ise, bu politik gelişme suskunlukla karşılanabilir mi? Erdoğan, İran, Rusya ve Suriye ile yan yana geliyorsa bu konuda suskun kalınabilir mi? Keza… “Erdoğan gitsin” diye ABD’nin vize ambargosuna sevinilebilinir mi? Yapmayınız. Bu ruh çöküntüsü, insanın kendine ihanetidir… Erdoğan bizim haklı çıktığımız yere/yanımıza geldi ise, biz bulunduğumuz yerden niye “aman yan yana görünmeyelim” diye utanıp kaçalım? Bu kendine güvensizliktir.”[4]

Dilipak’ın diğer küstahlığı!

Abdurrahman Dilipak 17 Ekim 2017 tarihli Yeni Akit’te “Bu işler böyledir!” başlığı altında:

“Yıllar önce Erbakan’ın vefatından önce, mal varlığını çocukları arasında taksim etmesini, davaya ait fonu da oluşturulacak bir mütevelliye devredilmesini yazmıştım… Ve sonuç, Erbakan’ın vefatının yıldönümünde, ailesi ve Saadet Partisi bile maalesef bir araya gelemedi. Kardeşi, oğlu, gelini, damadı, kızı nerede duruyor? Selametköy arazisi ne oldu mesela? Milli Görüş, Adil Düzen İslam dünyasını bir araya getirecekti, gelinen noktada aile bile bir araya gelemedi. Ne oldu da bu işler bu noktaya geldi?.. (Biz) SP’yi eleştirirken, AKP’liler; içinden doğup geldikleri bu hareketin vardığı noktaya bakıp, kendilerine çekidüzen vermeliler. SP’nin başına gelenler, AKP’nin de başına gelebilir… Bugün Milli Görüşçüler için söylediklerimi, yarın iş işten geçtikten sonra AKP’liler için söylemek istemem…” şeklinde üstatlık taslarken küstahlaşmıştı. Çünkü Dilipak’ın kendi aklınca dalga geçmeye çalıştığı Kur’an kaynaklı Adil Düzen’i de, İslam Birliği’ni de emreden Cenabı Allah’tı. Erbakan sadece Hakka tercümanlık yapmıştı. Ve hamdolsun ki, şimdiki ucuz ve uyuz kahramanlar gibi AB hayranlığı, ABD hizmetkârlığı ve BİP eşbaşkanlığı yapmamıştı.

Bay Dilipak’ın güya AKP’ye, kötü akıbetinden koruyacak uyarılar yapmak bahanesiyle, İbretlik örnek diye Erbakan Rahmetliyi ve Milli Görüş partilerini misal vermesi, tam bir şeytani şarlatanlıktı. Her şeyden önce Erbakan Hoca ülkemizde, İslam aleminde hatta yeryüzünde insanlara Batılın ve barbarlığın temsilcisi olan Siyonizm’i, ve alternatifi olan Adil Düzen’i tanıtmayı ve Müslümanları diriltip-cesaretlendirip şuurlandırmayı başarmıştı. Yahudi Lobileriyle, sizin itirafınızla bir Dış Proje olan AKP’nin irtibatını sağlayan akıl hocalarından birisi olarak şahsınızın da, Sn. Erdoğan’ın da en şerefli başarınız, Erbakan’a ve Haklı davasına hıyanet karşılığı iktidara taşınmanızdı. Yani Milli Görüş öyle bir davaydı ki, Ona hıyanet bile, Siyonist odaklar nezdinde sizlere neler kazandırmıştı… O saydığınız ve Erbakan’ın yanlışlıkları gibi takdime çalıştığınız bazı durumlar ve sorular bile, Muhterem dayınız Hasan Aksay gibi Zevatın ve zatınız gibi zerzevatın fırsatçı ve istismarcı tavırlarınızın sonuçlarıydı. Acaba, Milli Görüş partilerinin bütün hataları toplansa, AKP’nin bir günlük talan ve tahribatlarına ulaşır mıydı? Haçlı Batının dümen suyunda, savaş gemileriyle ve İzmir Çiğli üssüyle Libya saldırısına fiilen destek çıkıp on binlerce masum Müslümanın katline ortak olmanızın günahı… Ve ayakkabı kutularında-buzdolaplarında saklanıp yabancı bankalara yatırılan on milyarlarca dolarlık vurgunların hesabı, hem de çok yakında sorulacağı zaman, bakalım hangi deliğe saklanılacaktı ve kimler sahip çıkacaktı?

‘Erdoğan’a yakın 283 kişinin ABD’ye girişi yasaklanır mıydı?”

Gazeteci Nevzat Çiçek, CNN Türk’te katıldığı yayında Ankara-Washington arasında yaşanan krize ilişkin yaptığı değerlendirmede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın olan 283 kişinin ABD’ye girişinin yasaklanabileceğini açıklamıştı.[5]

ABD’li yazar Michael Rubin: “Erdoğan artık yolun sonuna geldi” diyecek kadar küstahlaşmıştı!

ABD’li neo-con yazar Michael Rubin, sosyal medya hesabından Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ı hedef almış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında Türkçe mesajlar paylaşmıştı. Rubin; “Recep T. Erdoğan, artık yolun sonuna gelmiştir. Erdoğan yolsuzluklar yapmasaydı ve cehalet içinde olmasaydı, insanlar kendisine hakaret etmezlerdi” Fetullah Gülen de 2013’e kadar Erdoğan’ı destekledi. Erdoğan herkesi kandırdığını düşünmektedir. Acaba Erdoğan, Katar parasıyla ödeme yapamadığı zaman gerçekte kaç kişi kendisini izleyecektir? Acaba Erdoğan, çaldığı paralarını nerelerde sakladığını bilmediğimizi mi zannetmektedir?”[6] sözleriyle neye dayanarak şantaj yapmaktaydı?  

ABD’nin Türkiye’de İç Savaş Çıkarma Hazırlığı!

Devamını okumak için tıklayınız.

 

[1] mustafakaya@milligazete.com

[2] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/deniz-zeyrek/idlib-gercekleri-40608790

[3] 13 10 2017 / Yeni Akit

[4] 13 10 2017 / odatv

[5] 12 10 2017

[6] Kaynak: https://tr.sputniknews.com/abd/201703241027790334

[7] 13.10.2017 – Fehmi Koru’nun Günlüğü

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.