KAYIP TRİLYON TERANESİ VE SÜTÜ BOZUKLARIN TERESLİĞİ

1230
Paylaş:

19 Ocak 2018

Erbakan’ın Stratejik Hamleleri ve Siyonist-Sabataist Şarlatanların Tepkileri

Erbakan Hoca’nın tarihi hamlelerini ve Siyonist sömürü saltanatını sarsan projelerini engellemek ve Hoca’yı halkın gözünden düşürmek üzere yoğun iftira kampanyaları başlatılmıştı. Bu şeytani planlarda hem dış odaklar, hem içerideki masonlar hem de solcusundan İslamcısına bir sürü kiralık piyonlar rol almaktaydı. Sabataist solcu cazgırların son eri (Yalçın) da her fırsatta bu asılsız ama kasıtlı ithamları gündeme taşıyarak bir türlü dinmeyen Erbakan gıcıklıklarını ve kuyruk acılarını bastırmaya çalışmaktaydı. OdaTV’nin yeni finolarından Aydın Tolga da “Nasıl oluyor da İslamcılık siyasetinden bu kadar yolsuzluk çıkıyor?” başlıklı yazısında; önce bütün Müslümanları hatta İslam’ı töhmet altına almaya, özellikle de Milli Görüş üzerinden Erbakan Hoca’yı karalamaya ve tabi dolaylı biçimde, “Erdoğan’ın ve AKP iktidarının yolsuzluk ve hırsızlık suçlarını da Erbakan’ın sırtına yıkmaya” uğraşmaktaydı.

Avrupa’da faaliyet gösteren, Nurculardan Süleymancılara, Tarikatçılardan Fetullahçılara, Erbakan düşmanı Radikal İslamcılardan AKP ve Erdoğan yandaşlarına… Diyanete bağlı kuruluşlardan diğer istismarcı oluşumlara kadar; onlarca farklı ve aykırı kesimlerde ve bunlara bağlı camilerde toplanan ve birçoğu şahsi amaçlar için çarçur olunan paraların tamamını, Milli Görüş camilerinde ve Saadet Partisinin yetkililerinin emriyle yapılmış gibi göstermeye kalkışmak… Ve bütün bunların Erbakan’ın bilgisi, müsaadesi ve istifadesi altında yürütüldüğü kanaatini yaymaya çalışmak, sütü bozuklara yakışır bir şeytanlık ve şarlatanlıktı… Ve hele bu kasıtlı ve kafa karıştırıcı çarpıtmaların; “AKP kurmaylarının konuşulan vurgun ve soygunlarını çok da abartmamak ve normal karşılamak lazımdır; çünkü bunlar Erbakan’ın ve Milli Görüşün devamıdır!” imajını oluşturmak için yapılması, ahlaksızlığa dönüşen bir hazımsızlığın devamıdır.

Kayıp Trilyon Meselesi ve Adaletin Terazisi

“Adalet”in bir anlamı ve vazgeçilmez bir esası da: “Aynı iddialara aynı davaları açmak; aynı şartlarda, aynı araçlarla ve aynı amaçlarla işlendiği öne sürülen suçlara aynı cezaları uygulamak”tır. Bunun aksi; ayrımcılık ve kayırımcılıktır, çifte standartçılık ve haksızlıktır.

RP Davasının Hakimlerinin bir kısmı FETÖ’cü çıkacaktı!

CHP’nin bir televizyon kanalına 3 milyon dolar verdiğine dair haberler daha önce medyada yer almıştı. Bu haberlerin çıkış sebebi, Türkiye’nin tasarlanmış bir proje çerçevesinde yeniden 28 Şubat günlerine sürüklenmek hesaplıydı. Söz konusu kanal, milleti kamplaşmaya çağırırken birileri, muhtemelen hükümet kanadından birileri, bu belgeleri basına sızdırmıştı. Aradan yıllar geçince öğreniyoruz ki, sözü edilen para 4 trilyon kadarmış ve Maliye Bakanlığı durumu ilgili mercilere aktarmış, ama bugüne kadar da hiçbir işlem yapılmamıştı. Gelinen noktada sözü edilen hesaba Anayasa Mahkemesi’nin bakıp bir karar vereceği anlaşılmaktaydı.

Peki, Refah Partisi’nin şu meşhur trilyon davasıyla ilgili neden yasalara uygun olan bu yol takip edilmeyip farklı mecralara kayılmıştı? RP, bir siyasi parti sayılmamış mıydı? Neden, RP söz konusu olduğunda Anayasa Mahkemesi değil de Maliye Bakanlığı doğrudan taraf olarak bu parti aleyhine karar almıştı? RP davasının hukukçuları şimdi ayağa kalkmalıydı. En azından, o davanın hakimleri verdikleri kararın yasal olmadığını itiraf edip hiç değilse vicdanlarını rahatlatmalıydı.

Ve acaba “Erbakan Milliciydi. Bu nedenle tasfiye edilip AKP’ye geçit verildi” itirafında bulunan Sn. Deniz Baykal: “Bu konuda da Erbakan’a haksızlık edilmiştir” diyebilecek cesaret ve ciddiyeti ortaya koyacak mıydı?

Refah Partisinin güya usulsüz harcandığı iddia edilen o günkü parayla 800 milyon (şimdiki 800 bin) TL’lik hesabı, Anayasa ve kanunlara göre Anayasa Mahkemesince görülmesi gerekirken, kasıtlı bir kaydırmacayla Maliye Bakanlığına veriliyor ve hiç kimseden tıs çıkmıyordu. Oysa CHP’nin bir televizyon kanalına bunun tam beş misli olan 4 trilyon verdiği, yine Maliye Bakanlığınca saptanıyor, ama bu sefer dava Anayasa Mahkemesine havale ediliyordu. Evet, doğrusu buydu, ancak Erbakan’a niye kanunlara aykırı bir yol tutuluyordu? Çünkü eğer Anayasa Mahkemesine bırakılsa, bir sürü emsal dosya nedeniyle bu davanın düşürülmesi gerekiyordu. Çünkü aynı mahkemenin CHP’ye ayrı RP’ye ayrı tavır takınması mümkün ve münasip görülmüyordu…

Kayıp Trilyon Yaygarası Nasıl Koparılmıştı?

Bilindiği gibi Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi, 5 yıla yakın devam eden davayı 6 Mart 2002 günü sonuçlandırmıştı. Mahkeme, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a isnat edilen “özel evrakta sahtecilik” suçunu sabit görerek, 2 yıl 4 ay hapis cezası kararı almıştı. Bunun anlamı, eğer Yargıtay kararı onaylarsa, hapis yatmanın dışında, ömür boyu siyaset yasağıydı. Ertesi günü gazeteler, kendilerini tarif edercesine “Sahtekârlıkları Sabit, Sahtekârlıktan Mahkûm Oldu, Artık Erbakan Yok…” başlıkları ile çıkmışlardı. Hiç kuşku yok ki bu, bugüne kadar vurulan darbelerin en ağırıydı. Elbette hapis cezası ve ömür boyu yasak, çok önemli siyasi sonuçlar doğuracaktı. Bu manşetleri atanlar dahil, herkes biliyordu ki bu karar da diğerleri gibi siyasi bir intikam hesabıydı, Hak ve adaletten uzaktı. Partinin usulsüz harcandığı iddia edilen paralarından çok, siyasi hesaplar bu kararın temelini oluşturmaktaydı. Merkez medyanın attığı manşetler, sadece kişisel olarak Erbakan’ın üzerine beton dökmeyi değil, bir siyaset geleneğini de tarihe gömmeyi amaçlamıştı. Evet, parti kapatmalar, siyasi yasaklar, devam eden baskılar bizi etkiliyordu, bunlar haksızlıktı, oyunu kurallarının dışında oynamaktı, bizimle seçim yoluyla baş edemeyenler, mahkemeler yoluyla bizi devre dışı bırakmaya çalışıyorlardı, hatta Anayasa Mahkemesinin görevi, Maliye Bakanlığına aktarılmıştı. Her şeye rağmen bu yapılanlar bir şekilde anlaşılırdı. “Demokrasilerde böyle siyasi mücadele olmaz” diyorduk ama Türkiye’de bunlar olağandı. Ancak bu son yapılan medyanın tavrı tam bir haysiyet cellatlığıydı! Hakaretin, belden aşağı vurmanın, edepsizliğin ötesinde bir anlamı vardı. Varlıklarını bütünüyle sahtekârlıklara borçlu olanlar karşımıza geçmiş bize “sahtekâr” diyorlardı. Üstelikte ellerinde bir güdümlü mahkeme kararı vardı. Bilindiği gibi daha sonra bu karar maalesef Yargıtay tarafından da onanmıştı.

Ancak yeniden görüşülme ve karar düzeltme talebini kabul eden Yargıtay, bu sefer önceki kararı bozmuş ve mahkemeye geri yollamıştı. Ama Siyonist merkezlerin ve Masonik mahfillerin ağır baskısı vardı.

Evet, Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Milli Görüş Lideri ve 54. Hükümetin Başbakanı Sayın Necmettin Erbakan ve arkadaşları hakkında vermiş olduğu mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından onanmıştı. Hukuk nosyonu ve vicdan sahibi hukukçular, davanın açılışından kesinleşmesine kadar yanlışlıklarla dolu olan bu karara “hukuk cinayeti” adını koyacaklardı. Ben hukukçu değilim, ayrıca Türkiye’de gerçek ve adil bir hukukun var olduğuna da inanmıyorum. Aslında bu karar, hukuk cüppesi giydirilmiş bir siyasi infazdır; bu kararla, 28 Şubat “postmodern darbesi” ile siyaset dışına itilen Sayın Erbakan yok edilmeye, milletin hafızasından silinmeye çalışılmıştır. Ama bu kararı verenler bilsinler ki büyük bir yanlışlık yapmışlardır. Tarihe şöyle bir göz atanlar göreceklerdir ki, haksızlığa uğrayan hiçbir hak ve halk dostu unutulmamıştır, ama onları mahkûm edenler bir süre lanetle anıldıktan sonra unutulmuşlardır. Üstelik bu haksız ve dayanaksız kararları alanların bir kısmı daha sonra CIA ajanı ve Fetullahçı çıkmıştır.

Ömrünü millete hizmetle geçiren Erbakan hakkında davaların açılması, mahkûmiyet kararlarının çıkması ilk değildir; bütün bunlara şaşmıyoruz; zorlama ve yanlış davalara, eksik soruşturmalara, delillerin eksik toplanmasına, kararın tahminler ve ihtimaller üzerine kurulmasına alışığız. Hepsini sabırla ve sükûnetle karşıladık. Çünkü Milli Görüş siyaseti buydu, Erbakan çevresinden böyle davranmasını istiyordu; o ülkesini ve milletini seven ve kendisini onlara feda eden bir dava ve devlet adamıydı. Ama bu son karar öncekilerden farklıydı. Görmezden gelmeler, alaylar, tehditler, iftiralar, karalamalar, siyaseten linçler, parti kapatmalar, mahkûmiyetler… Bunların hepsine gülüp geçebiliriz, nitekim öyle yaptık. Her şeyi sabır ve sükûnetle karşılarız, tüm baskılara, haksızlıklara göğüs gereriz. Bize düşmanlık yapabilirler, bizim için her şeyi söyleyebilirler, ama ülkemize ve milletimize bağlılığımıza, dürüstlüğümüze söz söyleyemezler, bize “hain”, “hırsız”, “sahtekâr” diyemezler, dedirtmeyiz. O nedenle ben bu kararı kabul etmiyorum, hayatları yüz kızartıcı suç işlemekle geçenlerin, bizim için “sahtekâr” manşetleri atmalarına isyan ediyorum.” tepkileri haklıydı.

Kimler Kimin İçin “Sahtekâr” Diyebilme Edepsizliğine Kalkışmıştı?

Haklı olarak sormuş ve insaflı bir yanıt beklemiştik: Niçin Refah Partisi, niçin Muhterem Necmettin Erbakan sürekli hedefteydi? Türkiye’de kaç siyasi parti var, kaç vakıf, kaç dernek, kaç sendika, oda, birlik vs. var? Bunların kaçı değişik vesilelerle kapatıldı, kaçının hesapları incelendi? Kaçının başkanı, yöneticileri mahkemeye verildi? O halde niçin sürekli Refah Partisinin ve Milli Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ın üzerine gidilmişti? Sayın Erbakan ve arkadaşları devlette defalarca ve yıllarca görev üstlenmişti, birçoğu bürokraside sorumluluk gerektiren önemli mevkiler işgal etmiş, bakanlıklar yürütmüşlerdi. Erbakan bu ülkede üç kez Başbakan Yardımcılığı görevini başarıyla ve alnının akıyla yerine getirmiş, 54. Hükümet’in Başbakanlığında devletin on milyarlarca dolarlık kaybını önlemişlerdi!

Bırakınız mahkemelere gitmeyi, bir kere olsun bir teki için yolsuzluk iddiası söz konusu edilmemişti. 28 Şubat’ın fırtınalı günlerinde bakanlar ve hükümet hakkında defalarca gensoru ve soruşturma önergeleri verilmişti ama, bunların bir tanesinin bile konusu yolsuzluk değildi. Hiç kimse Muhterem Erbakan hakkında, yolsuzluk isnadına girişememiştir. Türlü iftiralar ve çamur atmaların yapıldığı o günlerde kimse böyle bir şeye cesaret edememişti. Ama bir de diğer hükümetlere bakın; kaç yolsuzluk önergesi verilmişti, kaç yolsuzluk soruşturması geçirilmişti? Yolsuzluk gensoruları ile düşürülen bakanları ve hükümetleri herkes bilmekteydi. Meclis gündeminde başbakanlar ve bakanlar hakkında yolsuzluk gerekçeleri ile verilen soruşturma önergeleri, dokunulmazlık dosyaları hiç eksilmemişti.

Ama, niçin bütün bunlar için değil de, Muhterem Erbakan için bu haksız ve ahlaksız manşetler atılmaktaydı?

Defalarca Hükümet sorumluluğu alan, devlet bütçesini hazırlayan, ihaleler yapan, milyarlarca dolarlık, katrilyonlarca liralık işlemlerin altına imza koyan, trilyonlarca liralık örtülü ödeneği yönetmiş olan bu insanlar, hiçbir usulsüzlük, yolsuzluk yapmadılar da, kendi partilerinin paralarını çaldılar, sahtecilik yaptılar, öyle mi? Yani şimdi, hayatları yüz kızartıcı suçlarla kokuşanlar ve bunların suç ortakları insafsızca ve utanmadan “sahtekâr” manşetleri attılar diye, Milli Görüş kadroları sahtekâr mı bilinecekti!? Hayır, herkes hakikat aynasında kendi ayarını seyretmekteydi!

Erbakan’ın ne yaptığını biz biliyoruz, millet de biliyordu. Ama bir kere daha tekrarlayalım:

– Erbakan, kısa süren Hükümet döneminde Havuz Sistemi kurarak, milletin kanını emen rantiyenin hortumlarını kesmiş, yıllarca dönen haram tekerleklerine çomak sokmuştu; onun için Erbakan’a kin kusuyorlardı…

– Erbakan rantiyeden kestiğini memura, işçiye, çiftçiye, emekliye, dula, yetime aktarmıştı. Erbakan, “bu ülkede aç ve açıkta insan kalmayacak” diye yola çıkmıştı. Onun için Erbakan’dan nefret edip saldırıyorlardı…

– Erbakan, bu millete, tüm çıkar çevrelerinin baskıları ve engellemelerine rağmen bu ülke insanının bu ülkeyi yönetebileceğini gösterdi. Onun için Erbakan’a kızıyorlardı…

– Erbakan, bu millete alternatifleri ispatlamıştı, denk bütçeyi, enflasyonu düşürmeyi, borçlanmadan ülkeyi yönetmeyi, faizleri düşürmeyi gösteren ve öğreten insandı. Onun için Erbakan’a tahammül edemiyorlardı…

– Erbakan; borçlanmanın, faizin ve rantın sonunun olmadığını haykırmış, tüm engellemelere rağmen üretim ekonomisini ayağa kaldırmış, döneminde namuslu sanayiciler, tüccarlar, esnaflar, çiftçiler altın yıllarını yaşamışlardı. Onun için Erbakan’ı yok etmek istiyorlardı.

– Erbakan, yabancılara “hayır” denilebileceğini, onurlu durulabileceğini kanıtlamıştı. Onun için Erbakan’ı siyasetin dışına itiyorlardı…

– Erbakan, millete hafızasını canlandırmış, gücünü, imkânlarını, coğrafyasının önemini, tarihi mirasını hatırlatmıştı. En çok da bundan ürkmüşler, onun için Erbakan’dan çok korkmuşlardı…

– Erbakan, “Faiz bizi ve bizim gibi sömürülen ülkeleri batırıyor” diyerek mazlumları uyarmıştı. Erbakan, sömürgeciliğin yeni adı olan neo-liberalizm ve küreselleşmenin ipliğini pazara çıkarmış, emperyalizme ve dünya Siyonizm’ine savaş açmıştı. Erbakan, D8’i kurmayı başarmış, tüm geri kalmış ülkelere, İslam alemine, diktatörlüklere karşı ilmi ve milli seçeneğini sunmuşlardı. Erbakan, bu ülkelerin baskı altında inleyen, sömürülen, aç bırakılmış insanlarına umut olmuş, örnek olmuşlardı. O gerçek bir önder konumundaydı. Onun için Erbakan, dünya patronlarını, Siyonist Baronlarını, sömürgeci Firavunları, diktatör demokraturları, korkutmuşlardı…

Kimler milletin milyarlarca dolarını çaldı, kimler bankaları hortumladı, kimler devletin kasasını, milletin cebini boşalttı? Hangi sözde iş adamı, hangi medya patronları sahte evrak düzenleyerek devlet ihalelerini kapmışlardı!. Bunların suç ortakları hangi siyasetçiler ve Bakanlardı, kimler gece yarısı konutlarda kimlerle banka pazarlıkları yapmıştı? Kimler yüz kızartıcı suçlara bulaşmış, kimler yüz kızartıcı suç işleyenlerin suç ortakları olmuşlardı? Hangi köşe yazarları patronlarının iş takipçisi, ricacısı, tehditçisi, şantajcısı olup çıkmıştı? Kimler hortumcuların devlete olan milyonlarca dolarlık borçlarını erteleyip aklamışlardı? Bu soruların tamamının cevabı vardır, bu yüz kızartıcı suçların faillerini bu millet tanımaktadır. Belki mahkeme kararları olmayacak ama tarih bunların tamamını kaydedip hesabını soracaktır. Şimdi, bütün bunları yapanlar, hayatları yüz kızartıcı suç işlemekle geçmiş olanlar, milletten çaldıkları ile kurdukları kulelerinde oturacaklar, ama milletin davacısı olmuş, bir ömür milletin refahı, özgürlüğü ve onuru için çalışmış olan Erbakan ve arkadaşları için “sahtekâr” manşetleri atacaklar, öyle mi? Hayır, millet bu haksızlığı, bu insafsızlığı, bu çirkin infazı asla kabul etmeyecektir. Milli Görüş kadroları, milletin davası için bir ömür harcamış liderlerine yapılan bu insafsız, bu çirkin ve seviyesiz saldırıyı sahiplerine iade edecektir.” haykırışları yerde kalmayacaktı ve adalet mutlaka yerini bulacaktı.

Milli Görüş davasının hakikatini, amaçlarını ve hedefine ne denli yaklaştığını ve Hoca’nın dehasını ve stratejik manevra ve manipülasyonlarını tam ve doğru olarak kavrayamamaktan kaynaklanan ama samimiyetine bağışlanan bir gaflet ve cesaretle… Ve yine Kur’an’daki Nebevi siyaset hikmetleriyle ilgili bilgi eksikliğinden ve feraset fakirliğinden doğan ve Hoca’nın yakın çevresine mecburen aldığı ve katlandığı ve çok kirli niyetlerine rağmen, İslam ve insanlık hatırına onlardan yararlandığı kişileri “Erbakan’ın aynası” sanan yanlış bir bakış açısından ortaya çıkan anlama ve algılama sorunu yüzünden ve biraz da bazı kişi ve mahfillerin doğrudan veya dolaylı şişirme ve yönlendirme girişimlerinin etkisiyle; ve maalesef ümidin, yani iman pilinin zayıflaması nedeniyle:

“Erbakan Hoca’ya, artık aktif siyaseti bırakıp çekilmesi gerektiğini, manevi lider olarak devam etmesini” söyleyen… “Erbakancılığı yaşatmak için Erbakansız siyaset yapmak zorundayız..” gibi, dışı hoş içi boş laflar üreten… Bazen de:

“Hoca’yı ve düşüncelerini de daha yakından tanıma fırsatı buluyordum. Hoca ikili ilişkilerde müthiş bir insandı. Mütevazı, saygılı, sevgisini gösteren, tam bir beyefendi gerektiğinde nüktedan, dinlemenin ve dinletmenin ustası, mütevekkil olduğu kadar sebeplerin de üzerinde duran… Bu özellikleriyle tanıdığım ender insanlardan biri. Ama aynı zamanda inatçı, kesin doğrularında asla taviz vermeyen, ayrıntıcı bir insandı Hoca. İnançları ve genel siyasi çizgisine hiçbir itirazım yoktu. Ama bunların ifade biçimi yıllar içinde katılaşmıştı. İnançları ve genel siyasi çizgisinin yanı sıra bunları hayata geçirme yöntemleri de kesindi. Ayrıca tarzı ve yöntemlerini inancının bir parçası haline getirmişti. Bu kadar değil, ideolojisi, yöntemleri ve kendisi bütünleşmişti. Bu bir benlik nefis meselesi değildi. Hoca ve çevresindekiler inanıyorlardı ki, Hoca bir misyonla görevliydi, var olduğu müddetçe bu misyonu sadece o taşıyabilirdi” diyerek; gerçekleri tespit ve teslim eden, ama ardından bu kanaatleriyle çelişerek ve bir nevi kendi kendisini tekzip ederek:

“Muhterem Hocam, daha sonra bizleri şuurlandırmak ve eğitmek için kimilerine göre bezdirici ama benim için her defasında öğretici ve keyif verici olan, o uzun vaazlarınıza başladınız. Bunların gerçeği bütünüyle yansıtmadığını aramızda konuşuyoruz, ama o kadar istekli ve kararlı görünüyorsunuz ki, biz size o kadar saygılıyız ki, hiçbirimiz bunu size açıkça söyleyemiyoruz. Zaman zaman örtülü de olsa itiraz ettiğimizde anlamak istemiyor, bizleri susturuyorsunuz!..” şeklinde Hoca’ya mektup yazabilen, Bingöl konuşması bahanesiyle 312’den dolayı verilen ceza üzerine: “Hocam, şimdi size gereken, “bana derhal yatacağım cezaevini gösterin. Ben oraya gideceğim” açıklamasını yapmaktır” şeklinde bir teklif götürünce, Erbakan Hoca’nın: “İşte bakın, Mehmet Bey, Bekaroğlu soyadına yakışır bir çözüm buldu!” esprisindeki ince mesajı çözemeyecek kadar da saf birisiydi ve sonunda CHP’ye katılıp ayarını göstermişti. Ve zaten Erbakan’ın büyüklüğünün en kesin alameti, böylesi insanlarla bu davayı bu günlere getirmesiydi.

Bu arada: 12 Eylül’den sonra “Hocam, arkadaşlarınız, sizin artık resmi ve fiili değil, manevi bir lider olarak hizmetinizi sürdürmenizi istiyor” diyen Oğuzhan Asiltürk’e: “Onlar aslında Bizim manevi başkan değil, uhrevi başkan olmamızı (yani diri diri mezara konulmamızı ve bu davanın rayından çıkarılmasını) istiyorlar!…” cevabını vermiş ve elçiliğini yaptığı Siyonist ve sabataist şebekenin şeytani niyetlerini deşifre etmişlerdi.

CHP’deki Sahteciliği Görmezden Gelen Fatih Altaylı’nın Kayıp Trilyon Gayreti!

 Anayasa Mahkemesi, CHP tarafından Siyasi Partiler Yasası’na (SPY) aykırı kullanıldığı saptanan 980 bin 527 YTL’lik meblağın Hazine’ye geri ödenmesine hükmetti. 2004 yılında bir televizyon kanalına sözleşmeye uygun olmamak suretiyle ödenen 50 bin YTL’nin de Hazine’ye devrine karar verildi. Hatırlanırsa Refah Partisince usulsüz harcandığı iddia edilen miktar da CHP’ninkine eşitti.

 Anayasa Mahkemesi, CHP’nin 1998 yılına ait kesin hesap incelemesinde, posta işletmesi alındıları üzerinde yapılan tahrifat yoluyla gider gösterilen 35 milyar 386 milyon 533 bin 328 lira tutarındaki parti mal varlığının Hazine’ye gelir kaydedilmesine ve sorumlular hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi. Anayasa Mahkemesi’nin, CHP’nin 1998, 2004, 2005 ve 2006 yıllarına ait mali denetim kararları Resmi Gazete’de yayımlanıp sonuçları gösterildi. 2820 sayılı Yasa’nın 70. maddesinde; ”Bir siyasi partinin bütün giderleri, o siyasi parti tüzel kişiliği adına yapılır” hükmünün yer aldığı anımsatılan kararda, 21 Aralık 1998 tarih ve 527 numaralı yevmiye ile Erdem Elektronik Ltd. Şirketine, bir açıklama yapılmaksızın ve gerekçe gösterilmeksizin fatura aslı yerine, ilgili firma tarafından onaylanmamış fotokopisine dayanılarak 1 milyar 648 milyon 985 bin lira ödeme yapıldığının görüldüğü kaydedildi. 2820 sayılı Yasa’nın 70. maddesinde beş bin liraya kadar olan harcamaların makbuz veya fatura gibi bir belge ile tevsik edilmesi zorunlu olmadığı belirtildiğinden bu miktarı aşan harcamaların makbuz veya fatura gibi geçerli bir kanıtlayıcı belgeye dayanması gerektiği anımsatılan kararda, bu nedenle, bir gerekçe olmaksızın fatura fotokopisine dayanılarak kaydedilen giderin, Kanun’un öngördüğü anlamda belgeye dayandırılmış olduğunun kabul edilmediği bildirildi. Kararda, seyahat harcamalarından parti adına yapıldığını gösteren bilgi ve belge bulunmayan 147 milyon 100 bin liralık kısmının, parti amaçlarına uygun ve parti tüzel kişiliği adına yapılmış bir harcama olarak kabul edilmediği belirtildi. Parti görevlilerinin yurt dışı seyahatleri sırasında yaptıkları bahşiş ödemelerinin gider yazıldığının görüldüğü ifade edilen kararda, “bu ödemeler belgesizdir” denilerek gider makbuzları ile yapılmış ve gider makbuzlarını da ödeme yapılan kişilerin değil seyahati yapan Parti görevlilerinin imzaladığına dikkat çekilmişti. Almanya, Hollanda, İtalya ve Belçika seyahatlerinde verilen 35 milyon 349 bin 800 lira tutarındaki bahşişin gider yazılamayacağı ifade edildi.

Telgraf alındıları üzerinde tahrifat yapılıyordu

Parti hesabına gider kaydedilen telgraf ücretlerine ait telgraf alındıları üzerinde tahrifat yapılarak, çekilen telgraflar karşılığı ödenmesi gereken tutardan daha fazla gider kaydedildiğinin görüldüğü belirtilen kararda, Posta İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nden alınan belgelere göre, tahrifat yoluyla arttırılmış tutarların gider yazıldığı ve bunun sonucunda toplam 33 milyar 456 milyon 120 bin liranın alınan hizmet karşılığı olmaksızın gerçek dışı gider kaydedildiğinin anlaşıldığına işaret edildi. Yüksek Mahkeme, 2820 sayılı Yasa’nın 70. maddesine uygun olarak yapılmayan toplam 35 milyar 386 milyon 533 bin 328 lira gider karşılığı parti mal varlığının Hazine’ye gelir kaydedilmesine karar verdi. Mahkeme, resmi belge niteliğindeki Posta İşletmesi alındıları üzerinde tahrifat yaparak Parti’yi zarara uğratan sorumlular hakkında Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunulması gerektiği sonucuna da erişti.

Sonuç: Eğer yargı bağımsızlığı ve adaleti varsa, eğer hukuk devleti varsa;

• Ya CHP de aynı şekilde ve aynı mahkemelerce yargılanıp kapatılacak ve Deniz Baykal hapsi boylayacaktı…

• Veya Erbakan Hoca da, CHP’ye uygulanacak prosedüre tabi tutulup, bu haksız ve dayanaksız mahkumiyetten kurtulup aklanacaktı!.

İlhan Selçuk gibi sahte sosyalist ve Kemalist, ama gerçekte sabataist ve mason olup, MOSSAD ve CIA destekli Ergenekon çetesinin zanlısı olan zavallıların ve Fatih Altaylı gibi zırvacıların, “Kayıp trilyon teranesi” bahanesiyle Erbakan’a sataşmaları, sadece Hoca’nın şerefini artırır ve hangi şeytani kesimlerin çıbanlarını deştiğinin ispatıdır. Bu aynı zamanda Refah-Yol döneminde sömürü hortumları kesilen kesimlerin bir intikam hırsıdır.

ABD’den yazan Zülkarneyn Vardar, bozulmamış vicdanlara tercümanlık ediyordu:

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, bu yazıyı Sayın Erbakan’ı korumak veya savunmak için kaleme almıyorum. Zaten Sayın Erbakan’ın da buna ihtiyacı yoktur. Ama ben yapılan haksızlık ve adaletsizliklere -kime yapılırsa yapılsın- ses çıkarmaya ve elimden geldiğince gündeme taşımaya kendimi zorunlu hissediyorum. Bunun için; zulüm ve haksızlığa nereden gelirse gelsin karşı çıkmayı, mağdurlara -imkânlarımız dahilinde- yardımcı olmayı, boynumuzun borcu biliyorum! Şimdi buyurun yazımıza! Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Sayın Erbakan’ın haksız yere çekmekte olduğu ev hapsi cezasına son vererek, Sayın Erbakan’ın maruz kaldığı büyük adaletsizliğin küçük bir kısmına dur demiştir! Tabii ki Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür ediyoruz, ama bu yapılan, yapılması gerekenler için bir ilk adım kabul edilmelidir! Çünkü: Sayın Erbakan af edilmemiştir, çünkü o böyle bir suç işlememiştir, sadece kendisine yapılan haksızlığın bir kısmı şimdilik önlenip giderilmiştir. Bazı gazetelere yansıdığı biçimde sayın Erbakan’ın cezası af edilmemiştir! Erbakan böyle bir suç işlememiştir ki, cezası af yoluna gidilsin. Ama maalesef pek çok gazete olayı Cumhurbaşkanının affı olarak lanse etmişlerdir! Bunları yazıp çizmek, söylemek zımnen Sayın Erbakan’ı suçlu gösterme gayretidir. Yani hasta ve ihtiyar olmasa cezasını çeksin! Anlamında yazılıp çizilmektedir. Yahu ne cezası? Ne suçu? Onun için Sayın Cumhurbaşkanının yapmış olduğu hareketi bir af olarak görülmemelidir. Sadece, Sayın Erbakan’a yapılan haksızlığın küçük bir bölümüne dur denmiştir. “Yapılan büyük haksızlığın, küçük bir bölümü” diyorum, çünkü yapılması gereken daha çok şey vardır ve adalet tecelli edecektir. Sayın Cumhurbaşkanının bu yaptığı bir vefa da değildir! Ve hele AKP’lilerin sözlüğünden vefa kelimesi zaten silinmiştir. Bazıları Sayın Gül’ün bu davranışını “Erbakan Hoca’ya karşı bir vefa borcu ödemesi” şeklinde takdim etmektedir.

Oysa: a) Yapılan bir haksızlığa dur demek vefa değil, mecburi bir insanlık görevidir.

b) Eğer bunu bir af olarak değerlendirecekseniz: Eski Cumhurbaşkanı Sayın Sezer de Erbakan’ın cezasını af edebileceğini söylediği halde, Hoca bunu kabul etmemiştir. Daha önceki Cumhurbaşkanının yapmak istediği bir işi, şimdiki Cumhurbaşkanı yapınca nasıl “vefa”ya dönüşmektedir? Kaldı ki, bir vefa söz konusuysa, o vefanın şerefi Erbakan Hocaya aittir. Çünkü Sayın Sezer’in teklifini kabul etmeyip, Sayın Gül’ün teklifini kabul etmekle, kendisine iltifat etmiştir! Hem de bu iltifat, İlahi intikamı çabuklaştıracak cinstendir.

c) Şimdi Erbakan Hoca için yapılması gereken en önemli vicdani görev: Sürülen bu kara lekeyi, onu sürenlerin bir an önce temizlemeleridir! Bu bir iade-i itibar olacaktır! Yanlış anlaşılmasın, bu iadei itibar Erbakan Hoca için değil, o lekeleri Ona sürenler için lazımdır. Çünkü Erbakan’ın itibarı hiç sarsılmamıştır! Ama Ona o iftirayı atanlar, o çamuru fırlatanlar yanlış yapmıştır. İşte o hatalarından dönmekle kendi itibarlarını kazanacaklardır! Yoksa Sayın Erbakan’ın şerefli itibarı ortadadır ve o iftiralarla, yalan yaftalarla bozulmayacak kadar sağlamdır. Tıpkı altın gibi. Altını çamura da atsanız, ona çamur da fırlatsanız altın, yine altındır.. Ama altını çamura atanlar, altına çamur fırlatanlar, onlar altının değerini, bilmediklerine pişman olacaktır. Ve onlar, -ellerindeki nimetin kıymetini bilmeyenler- hakkın ve halkın gözünde değerleri sorgulananlardır! Onlar için tek kurtuluş; altına gereken değeri verip, çamurunu silip yıkamaktır. O zaman kendileri de değer bilen kadirşinas insanların sınıfına katılacaktır. Yoksa Erbakan Hoca vicdanen de, ruhen de oldukça rahattır. Çünkü O, hayat boyu Hak’kın hakimiyeti ve halkın saadeti için çırpınmış tek başına tüm şer odaklarına inançla ve inatla savaş açmış; ve umuyoruz, büyük zafer sabahına da oldukça yaklaşmıştır![1]

Türkiye’mizi en az elli yıl geri götüren; ülkemizi ABD, AB ve İsrail’e mahkûm hale getiren ve şu AKP denen talihsizliği başımıza bela eden, 28 Şubat’ın çok çevik paşalarından pek cıvık maşalarına, marazlı medya patronlarından, ılımlı İslamcı münafıklarına ve bütün bunların ve konjonktürel baskıların altında hukuk kurallarını ve temel insan haklarını bırakıp, vicdanının değil cüzdanının sesine kulak asanlara kadar, pek çok kesimin ve kimsenin böyle bir iade-i itibara ihtiyacı vardır.

Erbakan’ın, Bosna savaşına katkıları ve kayıp yardımlar safsatası!

Evet, din istismarı ve maneviyat pazarlamasıyla dünyalık makam ve menfaat devşirmek, maalesef en yaygın ama en saygın sahtekârlık aracıdır. Hem siyaset hem de dini hizmet erbabının, bu göreve başlamadan önceki mal varlıklarıyla, sonrasındaki servet yığınakları arasındaki korkunç artış, ağızları uçuklatacak orandadır. “Yahu, ticaret ve şirket gibi faaliyetlere vakit ayırmayıp sadece siyasi ve dini hizmetle meşgul olduğunuza göre, bu büyük servetleri nasıl kazandınız?” sorusu mutlaka sorulmalı ve ciddi bir devlet araştırılması yapılması halinde şu AKP kurmaylarının, bir kısım cemaat ve tarikat mensuplarının bu hizmetlerden önceki ve sonraki mal varlıkları herkesi şaşırtacak ve biraz olsun gözlerimizi açacaktır. Bu arada bizim Adil Düzen programlarımızda yer alan: “Siyasi ve ahlaki hizmetlere katılan kişilerin mal varlıklarının tespiti yapılacak, makul ve münasip birikim ve artışlar dışındaki kazanımlarına devletçe el konulacaktır” prensibi ise, mutlaka kanunlaşmalı ve uygulanmalıdır.

Yeri gelmişken şu gerçeği de özellikle vurgulayalım ki; Onun gayret ve girişimiyle, sömürü saltanatları sallanan malum odakların kasıtlı ve planlı propagandaları ve yoğun karalama kampanyaları sonucu, hakkında ön yargılar ve olumsuz imajlar oluşturulan Rahmetli Erbakan Hoca; dünyanın en önde gelen teknik profesörü ve dahisi ve Milli sanayi girişimcisi olarak, siyasete atılmadan önceki şahsi birikim ve yatırımları, yaklaşık 50 yıllık siyasi hayatı sonunda vefatıyla çocuklarına bıraktığı mirastan daha fazla olan, yani şahsi serveti artmak yerine azalan tek ve örnek şahsiyet konumundadır.

Bütün dış güçlere, içerideki masonik ve sabataist kesimlere, solcu ve sağcı mahfillere, tarikatçı ve cemaatçi işbirlikçilere rağmen, Milli Görüş organizasyonlarını ve onlarca yan kuruluşlarını; Bosna, Çeçenistan, Doğu Türkistan (Uygur-Sincan), Filistin, Moro, Eritre, gibi tüm mazlum Müslümanların diriliş ve direniş çabalarını ekonomik ve siyasi yönden destekleyip ayakta tutan Erbakan’ın bu harcamalarını, ne devletin partilere ayırdığı bütçe payı, ne Avrupa Milli Görüş teşkilatlarının gönüllü katkıları, ne de dava dertlilerinin mütevazı yardımları asla karşılayamazdı. Rahmetli Hoca’nın ülkemizde ve bütün yeryüzünde Hakkı Hâkim kılma cihadını yürütmek üzere, dünyanın ayrı ülkelerinde ve çok farklı sistem ve statülerle oluşturduğu özel “yapı”ların kuruluş amaçlarını, hizmet ve faaliyet alanlarını, resmiyet kanallarını ve hangi ülkelerdeki İslami hareketlere hangi imkânları ve hangi yöntemlerle sağladıklarını, sağlam belge ve bilgileriyle açıklayacağımız bir kitapta, şartlar olgunlaşınca inşallah kamuoyuna sunulacaktır.

Örneğin “Bosna Hersek için Avrupa Milli Görüş’ten toplanan paraların, Süleyman Mercümek kasalarında yatırıldığı, veya Kent Bank’ın Off-Shore hesaplarında batırıldığı” iddiaları üzerine biraz kafa yoralım, bunları iz’an ve insaf terazisinde tartalım. Bir zamanlar Avrupa Milli Görüş Teşkilatlarını sıkça ziyaret eden, konferans ve seminerler veren birisi olarak, bu Bosna’ya yardım konusunu da yetkili isimlere sormuş, en fazla 3 ile 5 milyon mark para toplandığı yanıtını almıştık. Oysa Bosnalı Müslüman Boşnaklar, tüm Haçlı Batı’nın desteklediği Sırp zındıklarına karşı beş yıl sürekli savaşmış, haliyle tarım, ticaret ve sanata vakit bulamamış, ama bu halkın bütün yeme, içme, giyinme, elektrik giderleri yanında tüm silah ve mühimmat ihtiyaçları karşılanmış, yetmez bu arada üç tane önemli silah fabrikası kurmuşlardı. Bunların toplam maliyeti yüz milyonlarca doları aşmaktaydı. Bizim şahsen tanıdığımız Bosnalı komutanların ve siyasi kurmayların birçoğu bütün bu masrafların Erbakan Hoca’nın yön verdiği (parti ve Milli Görüş teşkilatları dışındaki) oluşum ve kuruluşlar eliyle sağlandığını bizzat anlatmışlardı. Yani topu topu 3-5 milyon markı bulmayan ve onların da çalınıp çırpıldığı konuşulan bu yardımlarla Bosna savaşamazdı, bugünlere ulaşamazdı. İşte bu gerçekleri çok iyi bilen malum ve melun odaklar, perde arkasındaki gerçek kahraman Erbakan’ı karalamak ve diğer İslami ve insani girişimlerini baltalamak için bu kara propagandaları başlatmışlardı.

Oğuzhan Asiltürk’ün, Erbakan’la ilgili asılsız ithamlarını defalarca gündeme taşıyan ve Hoca aleyhine suizan oluşturulmasına katkı sağlayan Levent Gültekin’in, aynı Oğuzhan’ın savcıya gidip “Yanlış anlaşılacak ifadeler kullandığını, Erbakan Hoca’nın hizmet amaçlı paraları asla şahsi malıyla karıştırmadığını” itiraf eden sözlerini de aktarması ve okurlarını aydınlatması gerekmiyor muydu?

Bunun gibi, Levent Gültekin daha önce 19 Mart 2012 tarihli “rezalet” yazısında; Milli Görüş’ün marazlı takımından Oğuzhan Asiltürk’ün Devamını okumak için tıklayınız.

 


[1] http://www.serigundem.com/haber/20080826/ABD-den-timealemcom-a-yazdi.php

[2] www.erbakan.net Video no: 162 –A Cd-1, 22:46 dakikadan itibaren

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.