MASON TARİKATÇILARI VE ATATÜRKÇÜLÜK SAHTEKÂRLARI

930
Paylaş:

1 Haziran 2018

10 Ekim 1935 tarihli gazeteler, Türk Mason Cemiyeti’nin “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki terakkileri nazar-ı itibare alarak” faaliyetlerine ara verdiğini duyuruyordu!.. Kendisi de mason olan dahiliye vekili Şükrü Kaya ise, “Masonların hükümetin programındaki esasları inceleyince, kendi ideallerinin gerçekleşeceğini gördüklerini, bu yüzden kendi kendilerini feshettiklerini” açıklıyordu!.. Aslında Atatürk’ün kahrına uğradıkları gerçeğini saklamaya çalışıyorlardı. Çünkü; işin içyüzü tamamen farklı bir durumdu!.. Bu olaydan kısa bir süre önce Atatürk Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırtıyor, ona masonlar hakkında bir kitap vererek okumasını ve meclis kürsüsünden masonlara hücum eden bir konuşma yapmasını istiyordu.

Mahmut Esat Bey çok iyi bir hatipti, güzelce hazırlanıyor ve mecliste, şu tarihi açıklamayı yapıyordu:

“Biz atalarımızın mensup olduğu tarikatları bile kapattık. Masonluk da kökü dışarıda, bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Onu da kapatmamız gerekir.” Ortalık buz kesiyordu!..

Zaman kötüydü… Dünya 1930’ların krizini henüz atlatmaya başlamışken, İtalya ve Almanya’da hırslı diktatörlükler oluşuyordu. Basiret gözü açık olan, tarihten ders almasını bilen ve General Mc Arthur’la yaptığı sohbette “Yeni bir savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman hücumunun nereden ve nasıl başlayacağını” dahi büyük bir isabetle söyleyen rahmetli Atatürk, böyle bir durumda yabancılara körü körüne bağlı bir cemiyetin, ülkede faaliyet göstermesinin tehlikelerini elbette ki seziyor ve masonluğun ne olduğunu çok iyi biliyordu!

— Nizip bozgununu fırsat bilen Mustafa Reşit haininin ülke ekonomisini 1838 ticaret anlaşmasıyla nasıl ipotek altına soktuğunu,

— Paris Anlaşması’yla Avrupalı sayılmanın bedeli olarak ilan edilen 1856 Islahat Fermanı’nın nasıl gayrimüslim hegemonyası oluşturduğunu,

Katil Hüseyin Avni Paşa’nın 1875’te İngiltere’ye gidip, talimat aldıktan sonra Kayserili Ahmet ve Mithat paşaların desteği ile Sultan Abdülaziz’i nasıl şehit ettirip boğdurttuğunu,

— Rum Scalieri namussuzunun Türk ekmeği yiyip, sonra Bizans devleti kurmak için nasıl koşturduğunu, evet hepsini biliyordu!.. Hem de çok iyi biliyordu ve Atatürk masonları iyi tanıyordu!

Ayrıca kendisi hariç bütün arkadaşları mason ve birçoğu Sabataist dönme olduğu için; Selanik’teki Yahudi evlerinde ülke aleyhine süren ihtilal toplantılarını, İttihatçıların yabancı oyununa gelip ülkeyi nasıl 1. Cihan Savaşı’na soktuklarını, Mustafa Suphi olayını, Çerkez Ethem’in isyanını, İzmir Suikastını ve Hilafetin kaldırılması konusunda da, İngilizlerin ve özellikle Hahambaşı Haim Nahum Siyonist’inin ısrarını bizzat yaşayarak biliyorlardı.

İş bununla da bitmemişti… Atatürk’ün nasıl çetin bir ceviz olduğunu sezen batılı ülkeler ve masonik işbirlikçiler kendisine de çengel atmışlardı, 1908’de gerçekleştiremediklerini 1925 yılında sağlamaya çalışmaktaydılar. İngiltere’deki İskoç büyük locası, Atatürk’e zahmetsiz yoldan 33. Derece masonluk ve “rit hâkimliği” ünvanı verilmesini kararlaştırmış, bu karar Türkiye Masonları Yüksek Şurası’na ulaştırılmıştı!.. Şura’nın bu dileği de Dr. Fikret ve Mehmet Cemal Uybadın Beyler tarafından Atatürk’e hatırlatılmıştı. Atatürk’ün kısa ve kesin yanıtı, bu masonları şaşkınlığa uğratmıştı: “Böyle bir teklifi duymamış olayım!…”

Atatürk, yeni Cumhuriyetin başına gelen her musibetin arkasında yabancıların eli olduğundan, bu elin ucunda da mason parmağı bulunduğundan elbette ki haberdardı. 1924’te Lozan’da Musul’u kaybetmemiz, Kürt isyanları gibi sıkıntılara uğramamız, hep Türk devletinin ne yapacağını mason uşaklarından öğrenen yabancı devletlerin, duruma daha önceden hâkim olmasından kaynaklanmıştı. Türkiye çok sıkıntılı dönemler yaşamıştı.

Atatürk biliyordu ki, tehlikesiz mason, ancak “masonluğunu mecburen unutan” ve dış destekleri kurutulan masonlardır. İşte bu arada ufukta görünen 2. Dünya savaşı tehlikesi, Atatürk’ü böyle bir tedbir almaya ve mason derneklerini kapatmaya zorlamıştı. Batı devletleriyle ve uluslararası mason örgütleriyle gereksiz yere sürtüşmek de anlamsızdı. Bu yüzden dönemin büyük üstadı İstanbul Emlak Bankası Direktörü Muhittin Osman Omay’dan, mason derneklerini kapatması “lisan-ı münasiple” hatırlatılıp uyarılmıştı. Gerçekten de yapılan açıklamaya uygun olarak, mason locaları kısa süre içinde birer birer kapandı. Böylece yabancıların Türkiye içindeki elleri değilse bile, parmakları koparıldı. Ayrıca Mason Derneği’nin malı-mülkü de Halkevleri’ne devredilerek, faaliyet gösterecek maddi imkânlardan mahrum bırakıldı. Ertesi hafta parti genel sekreteri Recep Peker, meclis kürsüsüne çıkıp şu müjdeyi aktarmıştı: “Arkadaşlar!.. Bugünden itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır. Bütün localar kapanmıştır!…”

Bu sözler üzerine meclis salonunda kıyamet kopmaktaydı. Alkışlar, sevinç çığlıkları ve “kahrolsun Yahudi uşakları!..” nidaları tavanları çınlatmıştı. Olayın etkisinden bir türlü kurtulamayan 33. Dereceden mason dahiliye vekili Şükrü Kaya ile Kazım Özalp, Mazhar Germen ve Mim Kemal Öke doğru Atatürk’ün yanına çıkmışlardı… “Devlete bağlı olduklarını, asla yabancılarla işbirliği yapmadıklarını” anlatıp Gazi’ye yeniden masonluk ve “maşrık-ı azam”lık teklifinde bulunmuşlardı.

Atatürk onları sükûnetle dinledikten sonra, tek bir soru sormuşlardı:

— “Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve liderinizin ismi nedir?”

Cevap verdiler:

— “Biz Cenova gizli locasına bağlıyız. Üstadımız da Borca Mişon’dur.”

Bu itiraf üzerine Atatürk hiddetle haykırmıştı:

— “Benim milletim bana Gazi sıfatı verdi. Reis-i Cumhur yaptı. Ben, şimdi kalkıp bir Yahudi’ye uşak mı olacağım?..”

Böylece mason localarının kapatılmasını önlemek isteyen son girişim de boşa çıkarıldı.

Bu olayın amacı ve önemi, kendisi de bir mason olan Yunus Nadi tarafından Cumhuriyet gazetesinde 14 Ekim günü şöyle açıklanmıştı:

— “Bu suretle İtalya, Almanya ve Rusya’da olduğu gibi memleketimizde de mason teşkilatı külliyen ilga edilmiş vaziyettedir… Masonluk şimdiki halde İngiltere, Fransa, Belçika, Amerika, İsviçre gibi memleketlerde faaliyet halindedir… Bu teşkilatın kaldırılmasını icap ettiren sebep, C.H.P. programında ‘kökü dışarıda teşekküllerin memleketimizde yer bulamayacağına’ dair olan hükümdür.” diyen Yunus Nadi telaş içindedir.

Atatürk’ün bu önemli kararı uygularken dünya konjonktürünü göz önüne aldığını, yani bazı ülkelerde yasaklanmasını bir fırsat olarak kullandığını ve pek çok vatanperver masonun bu karara gönülden katıldığını belirtmek gerekir… Ne var ki bazıları, büyük ihtimalle dışarıdan aldıkları direktif ile ve menfaat bağlarının kopmasının yarattığı tepkiyle, tıpkı katliamdan kaçan Templar şövalyeleri gibi, yeraltına inmişler ve melanetlerini orada sürdürmüşlerdir. Bir ülke insanının, ne kadar korkak ruhlu olursa olsun, savaş sırasında alınan tedbirlere uymaması; hele ki yeraltında, yabancı bir casus teşkilatı gibi faaliyet gösteren bir cemiyete üyeliğini sürdürmesi, anlaşılacak bir davranış değildir. Bu ancak hain dönmelerin yapacağı bir iştir. Bazı örnekler verelim.

Almanya’da savaş sırasında her şey kıt idi. Mesela yumurta, ancak çocuklara haftada birer adet olmak üzere verilebiliyordu. Ama Alman vatandaşları, kendilerini zorlayıcı hiçbir polisiye tedbir olmamasına rağmen, buna riayet ediyorlar ve hiçbir zaman hakları olmadan yumurta almıyorlardı. Savaş sırasında çocuğu olmadan yumurta almak, vatana ihanetle bir tutuluyordu!.. Yine 2. Dünya harbi sırasında, Japonlarla savaşan Amerikalıların casuslara ihtiyaçları bulunuyordu. Japon tipi farklı olduğu için, Amerika’da birkaç nesildir kendileriyle yaşayan Japonlardan yararlanmak istiyordu. Ama inanır mısınız, o koca ülkede yaşayan yüzbinlerce Japon asıllı kişiden bir teki bile çıkıp bu görevi kabul etmiyordu. Hepsinin cevabı şuydu: “Evet, biz Amerikalıyız. Ama atalarımız yoluyla da Japonya’ya bağlıyız. Bu yüzden iki ülkeye de ihanet etmeyiz. Biz bu savaşta tarafsızız.”

Bunun üzerine Amerikalılar plastik ameliyata tabi tuttukları Japonca bilen bir Amerikalıyı casus olarak kullanıyor, güvenemedikleri Japonları da toplama kamplarına sürüyordu… Sonra da bütün bunları unutup, bizi 100 yıl önceki Ermeni tehciri ile suçlamaya başlıyordu.

Masonluğun (Türkiye) Tarihi

Masonluğun Türkiye’de ortaya çıkışı 19. yüzyılın ortalarında görülmektedir. Türkiye’de masonluk tarihi konusunda yapılan ciddi çalışmalarda genellikle 5 dönemden söz edilmektedir. Bunların birincisi “1909 yılı öncesi” dönemdir. Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde birtakım locaların kurulduğu, ancak özellikle Sultan Abdulhamid’in sistemli çalışmaları dolayısıyla bunların bir türlü toparlanamadıkları dönemi kapsamaktadır. Mason locaları bu dönemde dışa bağımlıdır ve yönetim mekanizmaları da yabancı localar tarafından belirlenmektedir. Türk masonluğunun ikinci dönemi “1909-1935 yılları arası” bilinir. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının ardından Abdulhamid’in tahttan indirilmesi ile başlayan bu dönemde masonlar siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Yurt dışından yönetilen mason locaları, halktan gelen tepkiyi hafifletmek amacıyla göstermelik olarak ilk kez milli bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu dönemin başlarında masonların kontrolündeki İttihat Terakki Cemiyeti oldukça etkindir.

Üçüncü dönem “1935-1948 yılları arası” dönemdir. 1935 yılında Atatürk’ün, kökü dışarıda ve zararlı kuruluşlar olduğunu söyleyerek locaları kapatması üzerine masonluk Türkiye’de “uyku” dönemine girmiştir. Ancak bu 13 senelik uyku döneminde masonlar faaliyetlerini Halkevlerinde sürdürmüşlerdir.

Türkiye’de masonların örgütlenmeleri “1948-1966 yılları arası”nda yeniden dirilmiş, ancak masonlar bu dönemde Fransız ve İskoç ritleri paralelinde ikiye bölünmüşlerdir. Son dönem olarak da kabul edilen ve “1966 yılı ve sonrası”nı kapsayan dönemde masonlar, bölünüp iki farklı çatı altına girdikten sonra, faaliyetlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Günümüzde de halâ bu durum geçerlidir.

Masonların Dine Karşı Sinsi Hıyaneti

Masonluk, dine ve dini kurumlara karşı cephe alan bir geleneğin temsilcisidir. Tapınak Şövalyeleri, Hristiyanlıktan çıktıktan ve sapkın bir öğretiye kapıldıktan sonra Hristiyanlarla tarihsel bir mücadele içine girmiştir. Avrupa’da asırlar boyunca dine karşı yürütülen mücadelede, öncülüğü Tapınakçıların mirasçısı olan masonlar üstlenmiştir. Türkiye’de de masonluk, pozitivist ve materyalist fikirleri kitlelere empoze eden ve dindarlara karşı düşmanlık körükleyen bir örgüt olarak işlev görmüşlerdir.

Türk masonlarının kendi metinlerine bakıldığında, dine karşı olan bu derin düşmanlıkları ve bundan kaynaklanan eylem planları hemen sezilecektir. Örneğin Mason Mahfili’nin yayınlarındaki bir ifadede, “Medreseler ve minareler yıkılmadıkça, yani skolastik düşünceler, dogmatik inanışlar ortadan kalkmadıkça, fikirlerdeki esaret, vicdanlardaki ızdırap kalkmayacaktır.” denmektedir. Dini kurumların masonları ne kadar rahatsız ettiği ise, Ustad-ı Azam Haydar Ali Kermen’in aşağıdaki ifadelerinden bellidir:

“Nasıl ki Milli Meclis’te, hiç münasebet olmadığı halde caminin sıralarından yükselen ezan sesi “ben yaşıyorum, ölmedim, ölmeyeceğim” diyen onun ‘essela’sından başka bir şey midir?… Memleket aydınlarının kulaklarını tırmalayan bu ses, hepimizin ikaz ve basiret görevini ihtar eden bir hatırlatmadır.”

Görüldüğü gibi ezan sesi masonların “kulaklarını tırmalamakta” ve onlarca masonik görevlerini hatırlatan bir uyarı gibi değerlendirilmektedir. “Ben ölmedim, ölmeyeceğim” diyen dinin susturulmasını masonlar en büyük görev olarak kabul etmişlerdir.

Darwinizm ve Masonluk İlişkisi

Masonlar, amaçlarına hizmet edeceğini düşünerek Darwinizm’in kitlelere yayılması konusunda da büyük bir rol üstlenmiştir. Darwin teorisini yayınlar yayınlamaz, etrafında bir grup gönüllü propagandacı türemişti. Bunların en önde geleni ise, o zamanlar kendisine “Darwin’in çoban köpeği” sıfatı bile yakıştırılan Thomas Huxley’di. “Darwinizm’in yayılmasındaki tartışılmaz en önemli faktör” sayılan Huxley, 1860 yılında Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce ile giriştiği “Oxford Tartışması”yla tüm dünyanın dikkatini evrim konusuna çekmişti. Huxley’in kendisini evrimi yaymaya bu denli adaması, onun “örgütsel bağlantı”ları ile bir arada düşünüldüğünde ortaya ilginç bir tablo çıkıyordu: Huxley, İngiltere’nin en önemli bilim kurumlarından biri olan Royal Society’nin bir üyesiydi ve bu kurumun neredeyse tüm diğer üyeleri gibi kıdemli bir masondu. Royal Society’nin diğer üyeleri de, hem kitabını yayınlamadan önce hem de yayınladıktan sonra Darwin’e büyük destek ve katkılarda bulunmuştu. Bu masonik kurum, Darwin’i ve Darwinizm’i o denli sahiplendi ki, bir süre sonra, aynı Nobel ödülleri gibi, her yıl başarılı bulduğu bilim adamlarına “Darwin madalyası” hediye etmeye başlıyordu.

Gazeteci-yazar Aytunç Altındal: “Avrupa, İslam alemini ve özellikle Türkiye’yi saat be saat kontrol ediyor. Bugün Türkiye’yi Avrupa ve Amerika’ya rapor eden tam 21 kuruluş var. Bu kuruluşlarda 40-50 kişi var ve çok iyi Türkçe biliyorlar…” uyarısında bulunuyordu.

Saadettin Tantan “Atatürk’ü Masonlar Öldürdü!” demektedir.

“Atatürk’ü de masonların öldürttüğü kesin. Bunlar hep konuşuluyor, zaman zaman medyaya da yansıyor. Çünkü, Atatürk’te bir siroz hastalığı çıkıyor ve bir süre sonra ölüyor… Atatürk’ün Mason Localarını kapatmasından sonra, masonlar yer altına çekiliyor… Atatürk öldükten sonra Mason Locaları yeniden açılıyor. Bu aşamadan sonra dikkat ederseniz, Atatürk’ü kendi halkından soğutma çabalarının ağırlık kazandığı görülüyor.”

Masonlar Büyük Locası Üstadı Celil Layiktez, masonların Abdülhamid’in devrilmesi ve İkinci Meşrutiyet’te oynadığı rolü açıklamış ve “Hareket Ordusu’nu da masonların yönettiğini” vurgulamıştı.

Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Üstadı ve locanın resmi yayın organı Tesviye Dergisi’nin editörü Celil Layiktez, dünya masonlarına ‘İslam Ülkelerinde Masonluk’ başlıklı İngilizce bir makale yayınlamıştı. Makalesinde, Osmanlı Devleti’nde masonluğun nasıl kökleştiğini anlatan Layiktez, 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden süreçte masonların oynadığı rolü anımsatmıştı. Mason üstadı Layiktez, 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘İslamcıların’ İstanbul’da ayaklanma çıkardığını ve bu ayaklanmanın Hareket Ordusu tarafından bastırılarak Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildiğini yazmıştı. “Hareket Ordusu, masonlar tarafından örgütlendi ve yönetildi” diyen Layiktez, “Sultan Abdulhamid’e tahttan indirildiğini tebliğ eden 5 milletvekilinden oluşan heyettekilerin tamamının mason” olduğunu hatırlatmıştı. Oysa, 31 Mart olaylarını tezgâhlayan da yine masonlardı. Makalesiyle ilgili olarak BUGÜN’ün sorularını cevaplayan Celil Layiktez, yazıyı İtalyan masonlarının isteği üzerine kaleme aldığını açıklamıştı. Yazıyı İtalya’da masonların üye olabildiği masonik bir internet sitesinin tarih kütüphanesine de gönderdiğini anlatan Layiktez, iddialarının arkasında durduğunu vurgulamıştı. Layiktez, Abdülhamid Han’ı tahttan indirenlerin masonluğuyla ilgili olarak, “Elimizde yeterli belgeler var. Bu 5 kişinin mason olduğuna eminiz.” itirafından sakınmamıştı.

Ordu’daki İttihatçı Masonlar Hangileriydi?

Hareket Ordusu’ndaki Muhtar Paşa’nın mason olmadığını belirten Layiktez, “Karargâh subayı Mustafa Kemal’in ise mason olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ama subayların içinde, masonların sayısı çok fazlaydı. Selanik’teki Hareket Ordusu’nu organize eden İttihat ve Terakki, Emmanuel Karasu’nun başkanı olduğu locada organize oluyorlardı. Hatta o kadar çok subay var ki, bir kısım subay, er üniformasıyla hareket ordusuna katıldı. Mustafa Kemal’in mason olup olmadığı ise kesin olarak bilinmiyor.” diyerek, Atatürk’ü kendilerinden gösterme stratejilerinin gereğini yapmıştı. Oysa Atatürk kökü dışarıda bulunan bu hıyanet tarikatını kapatan insandı. Layiktez, mason localarının 1935’te Mustafa Kemal tarafından kapatıldığının hatırlatılması üzerine, “Kapatmadı. O olay başka türlü gelişti.” diyerek konuyu saptırmaya çalışmıştı. Tarihçi Mustafa Armağan ise, Hareket Ordusu içinde masonların bulunduğu iddiasını doğrulamıştı. 31 Mart Vakası’nın geniş değerlendirilmesi gereken bir hadise olduğuna işaret eden Armağan, “Siyonizm çok komplike bir olay. Masonların sahiplenmesi doğal. ‘Modern Türkiye’yi biz kurduk. Osmanlı’yı biz bitirdik. Dolayısıyla bize şükran duyulması lazım’ diyorlar. Böyle bir noktaya getirmek istiyorlar. Masonluğa giriş o zaman zannediyorum belirli bir dış bağlantıları sağlamlaştırmak, etraf oluşturmak gibi kaygılardan kaynaklanıyordu.” değerlendirmesini yapmıştı.

Masonlar, hem İslamcılık, hem ulusalcılık, hem solculuk, hem sağcılık yapmaktaydı

Bölücü Kürtçüler, Bediüzzaman’ı kendi kafalarına göre istismar etmeye kalkışıyordu… Dinler Arası Diyalog dalaverecileri, Bediüzzaman’ın izinde olduklarını iddia ediyor, onun bazı sözlerini çarpıtarak kendilerine delil gösterip yalan söylüyordu. Çünkü Bediüzzaman Hz.leri hem Kürtçülüğe, hem bölücülüğe hem diyalogculuğa ve hem de batı uşaklığına kesinlikle karşı çıkıyordu.

Bakara Suresi 120. Ayeti kerimesinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:

“(Ey Resulüm. Sen ve ümmetin) Onların milletine (Ehli Kitabın ve Batılıların milli ve dünyevi menfaatlerine) tabi olmadıkça, (Siyonist) Yahudiler ve (emperyalist) Hristiyanlar, kesinlikle ve hiçbir şekilde (sizden) razı olmazlar.”

Kur’an’da pek çok ayette geçen “millet” kelimesini “Din” diye tarif ve tercüme etmek de mümkün ve münasip ise de, bu ayette “Din” yerine “millet” kelimesinin kullanılması özel bir duruma dikkatimizi çekiyordu. Ve kanaatimizce bu kelime “Ehli Kitabın ve batı dünyasının; dinlerini dünyevi amaçları için istismar ettiklerine ve şövenist bir ırkçılık güttüklerine ama dindarlıklarını buna bir kılıf olarak geçirdiklerine” vurgu yapılıyordu. Evet, işte Siyonist Yahudiler… Devamını okumak için tıklayınız.

 


[1] 29.Mektup 6.kısmın zeyli

[2] 15. mektup 2.makam

[3] (Sünuhat, 7 yıl önce yazılan bir risalenin zeyli, 2.Sebep)

[4] 26.Mektup 4.Mesele

[5] Mümtehine: 8

[6] Mektubat 28.Mektup 4.Mesele 2.Nokta

[7] Büyük Larausse / C.22. / Sh. 11425)

[8] Hucurat: 14

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.