15 Ekim 2018
Erdoğan iktidarı biraz daha dış borç bulabilmek, yabancı sermayeyi biraz daha ülkede tutabilmek, böylece iflasını geciktirip biraz daha iktidarını uzatabilmek hatırına, McKinsey denen küresel Siyonist şirketinden danışmanlık alma ve 16 Bakanlığı bu McKinsey’nin denetim ve yönetimine bırakma kararı almıştı. Çünkü zaten 3 Ekim 2018 itibariyle faiz oranı %25’e ve doğal olarak enflasyon da %25’e ulaşmış durumdaydı. Küresel Yahudi sermayesinin güdümündeki McKinsey özel şirketine; Türk ekonomisini, hem de 16 Bakanlığı denetleme yetkisiyle teslim edilmesi tam bir skandaldı.
Bu McKinsey’nin daha önce danışmanlık yaptığı nice dev holdingler batmış ve on binlerce çalışanı işsiz kalmıştı. Tam bir becerisizlik ve çaresizlik halini yansıtan bu talihsiz girişim, ülkemizi daha borçlu ve perişan bir duruma taşıyacaktı. Üstelik stratejik ve ekonomik değeri çok yüksek olan BOR madenlerimizin kontrol ve pazarlamasının da bu Siyonist McKinsey şirketine bırakılacağı kulislere sızmıştı. Ama çok şükür ki, ciddi uyarılar ve yoğun baskılar sonucu, iktidar geri adım atmak ve McKinsey anlaşmasını askıya almak zorunda kalmıştı.
Yandaşların bile sabrı taşmıştı!
Akit TV’deki Derin Gerçekler programında konuşan Abdurrahman Dilipak, McKinsey şirketine danışmanlık görevi verilmesine çok sert tavır almıştı. Dilipak, “Eğer vazgeçmezlerse AKP’ye de Erdoğan’a da yazık olacak!” diye uyarmıştı. Dilipak programda şu ifadeleri kullanmıştı:
”Ya ben kendimi inkâr etmeye kalkışacağım ve AKP’lilere şirin gözükmek için gerçekleri saklayacağım; ya da susmayacağım. Bu iktidara hep destek oldum, ama yanlışlara da karşı çıkarım. McKinsey’nin FETÖ’den farkı yoktur. ENRON’a danışmanlık yapan bir kirli şirketi Türkiye’ye sokamazsınız, bunu yapamazsınız!.. Eğer sokarsanız, cehennemin dibine kadar yolunuz var. Geçmişte Irak tezkeresine de karşı çıkmıştım. Ben doğru bildiğimi yaparım ve yapmaktan da geri durmayacağım. Bunlar ne savunma sanayinizi bırakırlar ne de tarımınızı. IMF gelse bunlardan daha kötü olmazdı. Bunlar sahtekâr, bunlar dolandırıcıdır. Bunlar Rothschild’lerin truva atıdır. Maalesef büyük bir komplo ile karşı karşıyayız. Ben McKinsey’ye karşı çıkarken ve iktidarı uyarırken, aslında Tayyip Erdoğan’ı savunmaktayım… Çünkü bu böyle devam edemez, bu adımlar ülkeyi felakete taşıyacaktır. Bu arada yanlış atamalar da yapılmaktadır. Bu atamalar da komplonun bir parçasıdır. Türkiye’yi Birleşik Arap Emirlikleri’ne ve Suudi Arabistan’a benzetecek adımlardır. Erdoğan’ın da buna izin vermeyeceğine inanıyorum. Bu kafayla giderlerse teğet meğet gitmeyecek, Türk ekonomisi batacaktır!.. Eğer önlem alınmazsa Türkiye’ye de Tayyip Erdoğan’a da yazık olacaktır!..” Bakalım, Dilipak’ın feryadı putlarının yıkılmasına engel olacak mıydı?
Buna rağmen; 27. Dönem yasama yılı başlarken, TBMM Genel Kurulu’na hitap eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın: “ABD ile ilişkileri geliştirmeyi ümit ediyoruz” çıkışları herkesi şaşırtmıştı.
Yeni yasama yılı açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, her devlet gibi Türkiye’nin de ülkelerle ilişkilerinde inişler çıkışlar yaşanabildiğini dile getirerek, “Amerikan yönetiminin eninde sonunda ülkemize yönelik yanlış bakış açısını düzelteceğine inanıyorum. İnşaallah, en kısa sürede aramızdaki meseleleri çözüp, Amerika ile yeniden stratejik ortaklık ruhuna uygun ilişkiler geliştirmeyi ümit ediyoruz” sözleri daha önceki çıkışlarının palavra olduğunun bir kanıtıydı…
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) 27. Dönem 2. Yasama Yılı başlamıştı. Genel Kurul, TBMM Başkanı Binali Yıldırım başkanlığında toplanmıştı. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, yasama yılının açılışı dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’nda milletvekillerine hitap ederken, her devlet gibi Türkiye’nin de kimi ülkeler ve uluslararası kurumlarla ilişkilerinde inişler çıkışlar yaşanabildiğini aktarmıştı. “Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde ülkemize yapılan haksızlıklar ve uygulanan çifte standart karşısında elbette sessiz kalamazdık. Avrupa ile yaşadığımız bu sıkıntılı süreci yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne tüm taahhütlerini, uğradığı haksızlıklara rağmen yerine getirmeye devam etmesi elimizi güçlendirdi.” diyen Erdoğan’ın bir başka önemli sorun alanının ABD ile ilişkiler olduğunu hatırlatması ve “Stratejik ortak olarak uzun bir geçmişe sahip olunan ABD’deki mevcut yönetimin, hiçbir mantıki, siyasi ve stratejik tutarlılığı olmayan bir şekilde Türkiye’yi hedef almasının kendilerini derinden üzdüğünü, ama Amerikan yönetiminin eninde sonunda ülkemize yönelik yanlış bakış açısını düzelteceğini umduğunu ve ABD ve Türkiye’nin karşılıklı menfaatinin, arasındaki ilişkinin, sözde değil özde stratejik ortaklık çerçevesinde güçlenerek devam etmesinin lüzumunu” vurgulaması, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” sözünü hatırlatmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk-ABD İş Konseyi’nde yaptığı konuşma, bütün rest çeken açıklamalara rağmen, ABD ile ilişkilerden bir türlü vazgeçilemediğini, hatta Siyonist merkezlerin: “Görünüşte bize çat ama gerçekte her emrimize yat!” talimatının yerine getirildiğinin kanıtıydı. Sn. Erdoğan ABD ile ilişkilerde bugüne kadar pek çok badireyi atlatan stratejik ortaklığın, bu çalkantılı döneminin üstesinden geleceğine inandığını vurgulamıştı. Tüm olumsuzluklara rağmen ABD ile siyasi ve ticari ilişkilere umutla bakıldığını açıklamış ve ABD ile ilişkilerde kapatılması gereken ciddi bir mesafe olduğunu hatırlatmıştı. Bu sözler, Siyonist merkezlere teslimiyet ve biat tazeleme anlamı taşımaktaydı.
ABD yönetimi söz konusu görüş ayrılıkları konusunda bugüne kadar izlediği politikalardan hiç taviz vermediğine göre, acaba Erdoğan; “Erenlerin gönlü alçak olur, onlar bize yaklaşmıyorsa biz onlara yaklaşırız” tavrı mı takınmıştı? Açık söylemek gerekirse, ABD ile yaşanan bunca sıkıntıdan sonra hâlâ stratejik ortaklığa bel bağlanıyor olmasını ve ilişkilerin düzeleceği yolunda umut taşınmasını başka türlü yorumlamak imkânsızdı. Ve hele Trump’ın terör örgütü mensuplarından söz ederken, “Bizim için öldüler, muhteşem insanlar” dediği dikkate alınınca, ABD’ye stratejik ortak gözü ile bakmak toplumu aldatıp oyalamaktı” tespitleri ne kadar haklıydı.
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, New York’a gidişi öncesi basın açıklamasından anlaşıldığına göre; “Kıbrıs’ta masaya dönme hesapları” yapılmaktaydı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, Kıbrıs sorununda eski müzakere süreçleri döneminin kapandığını belirterek “Müzakerelerde artık sonuç odaklı bir sürecin gündeme gelmesi ve siyasi irade ve kararlılıkla davranılması zorunlu hale geldi” açıklaması kafaları karıştırmıştı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 2018 Eylül sonu New York’a gidişi öncesi Ercan Havalimanı’nda basın mensuplarına açıklamalar yapmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun her yıl Eylül ayında toplandığını, bu dönemde birçok uluslararası faaliyet gerçekleştiğini anımsatan Akıncı’nın: “New York’a yapıcı bir ruhla, makul ve uygulanabilir uzlaşma arzusuyla gidiyorum. Çok açıktır ki çözümsüzlüğün devamı, Kıbrıs’ta her iki toplumu da olumsuz olarak etkileyecektir. Kıbrıs sorununda eski müzakere süreçleri dönemi kapandı. Müzakerelerde artık sonuç odaklı bir sürecin gündeme gelmesi ve siyasi irade ve kararlılıkla davranılması zorunlu hale geldi” sözleri “Yeni ve tehlikeli tavizler mi verilecek?” sorularına kapı açmıştı.
Hayret; Erdoğan ile Netanyahu aynı danışman ile çalışmaktaydı!
Sn. Erdoğan defalarca: “IMF ile işimiz olmaz!” buyurmuşlardı. Bunun bir palavra politikası olduğu şimdi ortaya çıkmıştı. AKP iktidarı McKinsey&Company Küresel Başkanı Kevin Sneader ile masaya oturma kararı almıştı. Böylece “Dünya 5’ten büyüktür!” edebiyatı da kof çıkmıştı. Çünkü Sn. Erdoğan, tekelci Siyonist-küresel sermaye danışmanlığına (yani patronluğuna) açıkça ve resmen razı ve teslim olmuşlardı.
Lütfen hatırlayınız: IMF Başkanı Fransız Lagarde, 1970’ler başında ABD Kongre Üyesi Yahudi Siyonist William Kohen’in asistanlığı yapmıştı. ABD Başkanı Nixon’u düşüren Watergate Soruşturması’nda görev alan -sonra Savunma Bakanı yapılan- Kohen’in yanı başındaydı! Lagarde, daha sonra şu görevleri yapmıştı: Dünyanın en büyük hukuk firması Baker&McKenzie’nin ilk kadın başkanı yapılmıştı. Şimdi Şikago merkezli Baker&McKinsey adı, Reza Zarrab’ın avukatlığında sıkça gündeme taşınmıştı. Hatta Zarrab’ı Miami’de itirafçı olmaya ikna eden kişi, Baker&McKinsey avukatlarından Lee Stapleton olmaktaydı. Bu “başarı”nın ardından 14 yıl görev yaptığı Baker&McKinsey’den ayrılıp -Bill Gates’in babası William H. Gates’in kurucu ortaklarından- dünyanın 11’inci büyük hukuk firması K&L Gates’e iyi bir pozisyonla transfer olmuşlardı. Reza Zarrab’ın bir diğer avukatı da -Lagarde’nin yerine geldiği- eski IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın savunmanı Benjamin Brafman’dı. Yani dünya, Siyonist sermaye yapılarının etrafında dolaşıp durmaktaydı. Öyle “Dünya 5’ten büyüktür!” palavraları boşunaydı.
McKinsey İsrail Ordusu’nun da danışmanıydı!?
IMF Başkanı Lagarde yerine, masaya oturdukları McKinsey&Company Küresel Başkanı Kevin David Sneader; bu göreve 2018 Temmuz ayında atanmıştı. K. David Sneader, Yahudiliği kabul ettiğini açıklamıştı. Bu sebeple McKinsey&Company’nin Londra yöneticisi Amy Laurel Muntnerile, Haham William Rudolph’ın kıydığı nikâhla evlenip hayat arkadaşı olmuşlardı. Amacımız, kimilerinin sürekli sataştıkları merkezlerle aynı masaya oturduklarını ortaya koymaktı.
McKinsey&Company ile sözleşme imzalamaları ülkemizde olduğu gibi geçtiğimiz dönemlerde İsrail’de bile tartışılmıştı.
Netanyahu, ülkesindeki Yahudi olmayanların sorunlarını çözmek için McKinsey&Company ile anlaşmıştı. (Dünyanın en pahalı danışmanlık şirketinin, bu iş için sembolik 15 bin dolar alacağı açıklanmıştı. McKinsey&Company daha önce de güvenlik güçlerini düzene sokma planına yardımcı olmak için İsrail Savunma Bakanlığı ile birlikte çalışmıştı!?) Yani Müslümanların, Hristiyanların, Dürzilerin, İsrail’deki sorunlarını McKinsey&Company çözmüş olacaktı. Demek ki, şimdi ülkemizde olduğu gibi halkın seçtiği meclislere ve hükümetlere gerek kalmayacaktı. Çünkü sorunları McKinsey gibi Siyonist şirketler çözüme kavuşturacaktı!
Sözün özü; “van minut” çektiğimiz İsrail ile aynı ABD’li (Siyonist) şirketten akıl almaya başlamıştık…
Dünyada üç büyük strateji danışmanlık şirketi bulunmaktaydı:
1- 48 ülkede 85 ofisi bulunan Boston Consulting Group…
2- 36 ülkede 57 ofisi bulunan Bain&Company…
3- 84 ülkede 127 ofisi bulunan McKinsey&Company…
“Bizim IMF ile işimiz yok” buyuranlar, onun yan kuruluşuna muhtaç ve mecbur kalmışlardı. Demek ki bizim McKinsey&Company ile işimiz vardı!
Bir hatırlatma daha yapalım: “Van minut” çekilen 2009’daki Davos Ekonomik Forumu’nu düzenleyen kişi; McKinsey&Company’yi Temmuz 2018’e kadar yöneten Dominic Barton olmaktaydı.”[1] tespitleri üzerinde dikkatle durulmalıydı.
Türkiye iflasa kaydırılmaktaydı!
Yapılan araştırma sonuçlarına göre; Türkiye’de 79 yılda görev yapan bütün Cumhuriyet hükümetlerince, toplam 713 milyar dolar harcanmıştı. Ancak, AKP hükümetinin ise 14 yılda, 2 trilyon 94 milyar dolar harcadığı ortaya çıkmıştı. Peki bu 2 trilyon dolar nerelerden alınmıştı ve nerelere harcanmıştı?
Evet, 79 yılda (1923-2002) gelen ve giden bütün hükümetler, 713 milyar dolar harcamıştı. Keban Barajı yapılmış, Atatürk barajı yapılmış, GAP projesi yapılmış, Sümerbank gibi yüzlerce fabrika tamamlanmış, sadece rahmetli Erbakan Hoca 70’ten fazla büyük fabrikayı işletmeye açmıştı. Yetmez; Türkiye’nin her yanına demiryolları ağı döşenmesi başarılmış, TELEKOM kurulmuş, Kıbrıs çıkarması yapılmış, ambargo uygulanmış ama aşılmış, Erzincan depremi, Marmara depremi yaşanmış ama yaralar sarılmış, tüm bunlar için bütün hükümetler toplam 713 milyar dolar harcamıştı. Son 14 yılda ise 2 trilyon 94 milyar dolar harcanmıştı. Ama çiftçinin hali ortada, esnafın hali, sanayinin hali ortadaydı. Peki 2 trilyon dolar nereye harcanmıştı? Bunca para nasıl alınmış ve nereye aktarılmıştı? 15 yılda ödedikleri faiz, dışarıya 200 milyar dolar, içeriye 687 milyar TL’yi aşmıştı. “Biz faize karşıyız” diyenler, faizcilere çalışmıştı. “Borç alan emir alır” diyorlardı. Şimdi Batı’dan borç alıyorlar ve tabi onlardan emir de alıyorlardı. Dış güçler ekmeyin diyorlar, bunlar çiftçiye ektirmiyorlardı, dış güçler satın diyorlar, bunlar satıyorlardı. Milyonlarca insanımız, genç ve Üniversite mezunlarımız işsiz dolaşırken, bunlar kıraathane açmaktaydı. Kıraathane yapacağım demek, işsizliği çözmede başarısız kaldım, tükenip tıkandım anlamını taşımaktaydı. 16 yılda 15 sefer yeni eğitim politikası hazırlanmış, hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Çiftçi emekli olmak istediğinde alacağı emekli maaşı, 621 TL olmaktaydı, oysa 01 Ekim 2008’den önce 1260 TL alıyorlardı. Sen Tarım Emeklisine; ayda 621 TL, BAĞ-KUR emeklisine; 820 TL, İşçi Emeklisine; 741 TL veriyorsun; hadi bu parayla sen geçin bakalım. Esnafa kredi veren kuruluşun başındaki kişinin ise, 52 bin TL aylığı vardı.” tespit ve tavsiyelerini, sırf muhalefet söylüyor diye ciddiye almamak nasıl bir mantıktı? İşte bu kafayla Türkiye adım adım iflasa kaydırılmaktaydı!
Şu soruları kim ve ne zaman yanıtlayacaktı?
• Erdoğan’a göre yaşadığımız krizin sorumlusu dış güçler mi olmaktaydı?
• “Ezanımıza, bayrağımıza saldırıyorlar” dediklerinden borç para dilenmek nasıl bir mantıktı?
• Türkiye’de McKinsey’nin yapacağını yapacak uzmanlarınız ve kuruluşlarınız kalmamış mıydı?
• Devletin tüm mali bilgilerini; ezanımıza, bayrağımıza saldıranlara teslim edenler nasıl rahat uyuyacaklardı?
• Siyonist sermaye yapılanması olan McKinsey’ye bu işi ihale ile mi, tavsiye üzerine mi verip anlaşmıştınız?
• Bu anlaşmanın tutarı, kapsamı ve süresi ne kadardı? Bunları açıklayacak mısınız?
• İddia ettiğiniz gibi McKinsey’nin hiçbir yetkisi ve fonksiyonu olmayacak ise bu yetkisiz şirkete neden milyarlarca paramızı ve sırlarımızı aktaracaktınız?
• McKinsey ile yapılan anlaşma, devleti bir şirket gibi yönetme anlayışı mıdır?
• McKinsey’nin raporlarını, kamuoyuna açıklayacak mısınız?
Kendi milletine, kendi ekonomistlerine ve kendi ekiplerine güvenmeyip, bir ABD (Siyonist) şirketine teslim olan bir iktidar ülkemizi nereye taşıyacaktı? Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik programlarını ve 16 bakanlığını bir ABD (Siyonist) şirketine denetletiyorsanız, siz hâlâ iktidar koltuğunda niye oturmaktasınız? Sırf “muhalefet yapılıyor” diye bu sorular atlatılamazdı.
McKinsey’nin ücreti Dolarla karşılanacaktı!?
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “McKinsey ile çalışmaya karar verdik” açıklamasının ardından itirazlar yoğunlaşmış, hatta iktidar medyasından bile itirazlar başlamıştı. Medya, muhalefet partileri ve sivil toplumdan yükselen tepkiler yoğunlaşınca, yapılan savunma açıklamaları da patavatsız palavralardı. Bazıları bu vahim anlaşmaya dönük eleştirileri, “öküz altında buzağı aramak” diye tanımlamıştı. Niyeyse New York’ta patronlara seslenirken rahatça telaffuz edilen McKinsey’nin adı, resmi açıklamada hiç yer almamıştı. McKinsey’nin “firma” diye anıldığı açıklamada, görevin icrai olmayacağı, Kamu Maliyesi ve Dönüşüm Ofisi’nin liderlik yapacağı vurgulanmıştı.
Şimdi soralım: Madem ekonomi yönetimi için McKinsey’ye başvuracaktınız, öyle ise, “Cumhurbaşkanlığı bünyesinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nı niye kurdunuz?”, “Gelir İdaresi’ne güvenmiyor musunuz?”, “Ve zaten Sayıştay yıllardır bütçeyi denetlemiyor muydu?” Ayrıca Lübnan Hükümeti’nin, 6 aylık hizmeti karşılığında McKinsey’ye 1.5 milyon dolar ödediği ortaya çıkmıştı. Uzun yıllar önce hazırlanan bir resmi denetim raporunda, TRT’nin McKinsey’ye yaptırdığı bir plan çalışması için 5 milyon dolar verdiği konuşulmaktaydı. Peki şimdi McKinsey’ye çizilen görev sahasının zeminini oluşturan (ve Orta Vadeli Program yerine geçirilen) Yeni Ekonomi Programı (YEP) 3 yıllık olacaksa, ödenecek para ne kadardı? Ayrıca hepimizin parasını düzgün yönetmekten sorumlu Hazine ve Maliye Bakanlığı, McKinsey’ye hangi para birimi üzerinden ne kadar ödeme yapılacağını neden açıklamamıştı? Bunlar halkımıza “Yastık altındaki dövizleri bozdurun” çağrısı yaparken, McKinsey ile sözleşmenin dolar üzerinden yapılmasını nasıl açıklayacaklardı?[2]
Eski yandaşların yanık feryadı!
“Faizler yüzde 7,0-8,0 aralığında seyrederken Ankara’da bir faiz lobisi vardı. Teorileri de yüksek faizin enflasyona yol açacağıydı. O nedenle enflasyonla mücadele için faizlerin düşürülmesi gerektiği savunulmaktaydı. İyi ama düşük faizlerde de bu ülkede makine-teçhizat yatırımı (yani fabrika) gerçekleşmiyordu ki. Oluk oluk gelen yabancı parası tüketime ve betona akıyordu… Artan enflasyon karşısında faizler artırılmayınca, bu sefer kurlar artıyordu. Artan kurlar enflasyonu daha da azdırıyor ve ne hikmetse Ankara’daki “faiz lobisi” birden ortadan kayboluyordu. Bugün yüzde 25-30 aralığında bir faiz oranı yürüyordu. Ama kimsenin aklına, “Bu faiz lobisi kimdi” diye sormak gelmiyordu… Ve tabi sorulmayan başka sorular da bulunuyordu. Mesela; büyük ve güçlü ülkemiz bu yıl ilk yedi ayda 16,2 milyar dolar yabancı sermaye girişine rağmen, neden “Şer Güçler” vasıtası ile çökertiliyordu? Evet evet, ilk yedi ayda bu şer güçler bize hâlâ 16,2 milyar dolar para yolluyordu, ama (kahraman yöneticilerimiz hâlâ) “bizi yine onlar çökertti” diyordu!..
Ve sonunda bakınız şimdi aynı ABD ile gururla(!) çalışıyorduk… AB ülkeleri ile de yeni bir bahar başlatıyorduk… Hatta daha da ileri gidiyor; seçim öncesi “Verimsiz kamu yatırımlarını durdurun” diyen SP’nin dediğinin de ötesine geçiyor, bütün başlamamış kamu yatırımlarını durduruyorduk. Yapılan ve yapılmış kamu yatırımlarının ödeneklerini de büyük oranda kesiyorduk.
Dolar için 8-10 lira senaryoları çizilirken, bu teoriyi açıklamıştım. “O kadar öleceğiz ki, dolar bile yükselecek güç bulamayacak!” diye yazmıştım. Ve işte öldük! Diriltmek için de yapacaklarımızı ABD’li McKinsey gözetsin kararı aldık… Parasız IMF dedim buna.
Elbette IMF ile (resmen) alakası yok, ama yabancı sermaye ihtiyacı için bizi gözetme noktasında aynı kapıya çıkmaktadır. McKinsey’ye sığınmak; yabancı sermayeye “Ben sizin için çok şeyi yaparım” anlamını taşımaktadır. Şimdi bunların onda birini faiz lobiciliği ile suçlanan eski kadrolar yapsaydı, kim bilir neler denirdi haklarında! Ama “İlke” yerine “çıkar” konulduğunda, artık ha rabia-ha ülkücü işareti; ha haçlı-ha papa ziyareti, hepsi aynı kapıya çıkmaktaydı.”[3]
TSK da, McKinsey’nin denetleme kapsamında mıydı?
Devamını okumak için tıklayınız.