25 Nisan 2018
Suriye’yi, Irak’takine benzer bir şekilde “kimyasal saldırı” bahanesiyle işgal edecek olan ABD ve Rusya bloğu arasındaki çekişme BM’ye de yansıdı. BMGK’da ayrı ayrı tasarılar sunan ABD ve Rusya’nın girişimleri sonuçsuz kaldı. Dünyayı ateşe vermeye kararlı olan çılgın Trump açık açık saldıracağını duyurmakta, Rusya’ya meydan okumaktaydı. BM Güvenlik Konseyi, ABD ve Rusya’nın Duma’da kimyasal silah kullanıldığına dair iddiaların soruşturulması için hazırladığı karar tasarılarını görüşmek üzere toplanmıştı. Önce Rusya, ABD’nin tasarısını veto etmiş, ardından da Rusya’nın kendi sunduğu tasarıları BM Güvenlik Konseyi’nde yeterli destek bulamamıştı. Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vassily Nebenzia, ABD’nin Suriye’ye karşı yönelttiği tehditlerin herkesi ciddi şekilde endişelendirmesi gerektiğini belirterek, “Size bir kez daha şu anda Suriye’ye yönelik geliştirdiğiniz planlardan kaçınmanız çağrısını tekrarlıyorum.” uyarısı yapmıştı.
Trump’tan Putin’e: “Hazır ol, füzeler geliyor!” şantajı ve sonrası
ABD Başkanı Trump, “Rusya, Suriye’ye yönelik bütün füzeleri düşüreceğini açıkladı. Öyle ise hazır ol Rusya, çünkü o akıllı füzeler geliyor!” ifadelerini kullanmış ve “Rusya ile ilişkilerimiz hiç olmadığı kadar kötü ve bu Soğuk Savaş’ı da içeriyor. Bunun hiçbir nedeni yok. Rusya kendi ekonomisine yardım etmemize ihtiyaç duyuyor. Silah yarışını durduralım mı?” diye sormuştu.
Donald Trump’ın Rusya’yı uyaran ve Suriye’ye füze gönderileceğini vurgulayan twit’iyle Türk Lirası uzun süredir devam eden düşüşünü hızlandırmıştı. Ardından sosyal medyada “Üçüncü dünya savaşı başlıyor” lafı dolanmaya başlamıştı. Evet, bu zıtlaşmanın 1914’e giden sürece çok benzediği açıktı. Ancak ilk aşamada ‘Suriye’de topyekûn bir savaş yerine, kısıtlı süreli bir askeri restleşme ihtimali vardı. ABD kulislerinde, biraz da içerideki FBI soruşturmasını unutturmak amacıyla Rusya’ya sert görünmek isteyen Trump’ın, geçen yıl olduğu gibi Suriye’de rejime ait askeri hedeflere ‘Tomahawk’ füzeleri yollayarak bir güç gösterisine gideceği konuşulmaktaydı. Yani Trump’ın yapacağı, ABD kamuoyu ve dış dünya için bir hafta sürecek göstermelik bir ‘şov’ olacaktır. Burada asıl mesele, Rusya’nın buna nasıl bir tepkide bulunacağıydı. Bize kalırsa Türkiye, ne Trump’ın Suriye’deki ‘rejim değişikliği’ sevdasına kapılmalı, ne de tamamen Rusya kampında yer almalıydı. Türkiye, bu iki güç arasındaki mücadelede taraf olmamalıydı. Dışarıda durmalı ve hakem rolünde kalmalıydı. Rusya’ya fazla yakınlaşmak, Türkiye’nin bu kaosta kaybolması anlamını taşırdı. Çok ağır bir ekonomik bedel ödemek zorunda kalırdı ve Batıyla-NATO’yla sancılı bir kopuş yaşanırdı.” uyarıları haklıydı.
Suriye’ye yönelik Doğu Akdeniz’deki ABD ve Rusya savaşı giderek kızışmaktaydı. ABD Başkanı Donald Trump’ın “Hazır ol Rusya, füzeler geliyor” açıklamasının ardından Rusya, İngiltere ve Suriye ordusunda yoğun askeri hareketlilik yaşanmaya başlamıştı. ABD savaş gemileri ve filo yola çıkmıştı! Dünya diken üstündeydi ve çok sıcak gelişmeler yaşanmaktaydı. Suriye’de ABD ve Rusya savaşı her an patlayacak durumdaydı. ABD ve Rusya karşılıklı hamlelerle kozlarını paylaşmaktaydı. İran Şam’ın yanında yer alacağını açıklamıştı. İsrail ise İran’a gözdağı vererek; “İran’ın Suriye topraklarını kullanması halinde Suriye’yi haritadan sileriz!” tehdidini savurmuşlardı. Bu arada Güney Kıbrıs’taki Akrotiri hava üssüne çok sayıda İngiliz savaş uçağı indiği görüntüleri itv ekranlarına yansımıştı.
İngiltere Başbakanı Theresa May, İngiliz denizaltılarını Suriye yakınlarına yollamıştı. Ardından Kabinesi’ni toplayan May, savaş kararını açıklamıştı. Akdeniz’in doğusunda tansiyon iyice yükselirken, İngilizler Şam-Duma’da kimyasal silahla katliam yapan(!) Esed rejimini vurmak için gün saymaya başlamıştı.
İngiliz denizaltıları Akdeniz’e yollanmıştı.
Daily Telegraph gazetesi, İngiliz denizaltılarının Suriye’yi vurmak üzere füze menzili içine gönderildiğine ilişkin haberi yayınlamıştı. Haberde İngiltere Başbakanı Theresa May’in denizaltıların gönderilmesi talimatını verdiği belirtilirken, saldırının pek yakında gerçekleşmesinin beklendiği aktarılmıştı. Evet, dünyanın gözü Suriye’ye odaklanmıştı. ABD ve Rusya savaşının her an başlayabileceği konuşulmaktaydı. ABD, İngiltere ve Fransa olası bir operasyonda birlikte hareket etme kararı almıştı. Diğer cephede ise Rusya İran ve Çin vardı. İki blok arasında karşılıklı tehdit ve restleşmeler giderek artmaktaydı. ABD ve İngiliz medyası Suriye ordusunun Rus askeri üssüne taşındığını yazmıştı. Suriye savaş uçakları yeniden konuşlandırılmıştı. İngiliz Guardian ve Financial Times (FT) gazeteleri Suriye ordusunun Doğu Guta’daki kimyasal saldırılarının ardından Batı’dan gelecek olası bir saldırıya karşı hazırlık yaptığını yazmışlardı.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “Suriye’de Libya tarzı bir maceraya girilmemeli, en ufak bir yanlış yeni göç dalgalarına sebep olabilir. Ültimatom ve tehditler diyaloğa yardımcı olmuyor.” diye uyarmıştı. ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Konseyi’ni toplamasının ardından CNBC kanalına isim vermeden konuşan bir kaynak, “Nihai bir karar alınmadığını, fakat ABD’nin Suriye’de sekiz muhtemel hedefe saldırı gerçekleştirmeyi değerlendirdiğini” vurgulamıştı.
ABD ve Rusya arasındaki gerginlik sürerken Almanya kafaları karıştıran bir açıklama yapmıştı. Almanya Başbakanı Angela Merkel önce “Hiçbir hava saldırısına katılmayacaklarını” vurgulamış, ardından bir Alman yetkili kimyasal silahların sonuçları olması gerektiği konusunda anlaşmaya vardıklarını açıklamıştı. Almanya Dışişleri Sözcüsü Martin Schaefer, müttefik ülkelerle Suriye’deki kimyasal saldırının sonuçları olması gerektiği konusunda anlaştıklarını vurgulamıştı. Almanya Hükümet Sözcüsü ise, Almanya’nın Rusya üzerindeki politik baskıyı sürdürebilmek için yapabileceği her şeyi yapacağını hatırlatmıştı.
Suriye’de Kıyamet savaşı iyice yaklaşmıştı.
ABD’nin Suriye’yi vuracağını açıklamasından sonra İsrail ordusu yetkilileri İran’ın ülkelerine saldırması halinde Suriye’deki Esed rejimini devireceklerini hatırlatmıştı. Bu arada güya Rusya ve İran ile yakınlaşan Erdoğan iktidarının Esed rejiminin yıkılması konusunda İsrail’le aynı çizgide olması kafaları karıştırmıştı. Jerusalem Post gazetesi, isimleri açıklanmayan İsrailli askeri yetkililerin, “İran, Suriye topraklarını kullanarak İsrail’e saldırırsa bunun bedelini Esed rejimi öder.” şeklinde konuştuğunu yazmıştı. İsrailli yetkili, “Eğer İran, Suriye topraklarını kullanarak İsrail’e saldırırsa biz de Esed rejimini haritadan ve dünyadan sileriz.” diyerek, asıl hedeflerinin Suriye’yi parçalamak olduğunu ortaya koymuşlardı.
Asıl merak edilen soru: Amerika Rusya gerilimi sürerken Türkiye’nin pozisyonu ne olacaktı? Bölgede tansiyon yükselirken bir grup gazeteciye konuşan üst düzey bir ABD’li yetkili, NATO üyeliğini hatırlatarak “Türkiye, ABD ile Rusya arasında tercih yapmak durumunda değil” (yani mecburen NATO’nun safında yer almalı, aksi halde sonuçlarına katlanmalıdır) şeklinde örtülü tehditler savurmuşlardı.
Suriye’nin Şam’ın Doğu Guta bölgesinde Esed rejiminin gerçekleştirdiği kimyasal saldırı sonrasında ABD ile Rusya arasındaki gerilim giderek artmaktaydı. Taraflar arasında tansiyon yükselirken ABD’li üst düzey bir yetkiliden Türkiye-Amerika ilişkilerine dair dikkat çeken açıklamalar yapılmıştı. Gazete Habertürk’ten Murat Gürgen’in de aralarında bulunduğu bir grup gazeteciye konuşan ABD yetkilisinin açıklamaları ve sorulara yanıtları şunlardı: “Türkiye, Patriot sistemleriyle yakından ilgileniyor. Bir NATO ülkesinin Rusya’dan silah alması ittifakı zedeler. Türkiye, eğer S-400 yerine Patriot almaya karar verirse, kongreden geçişine kolaylık sağlar!”
Bu yeni kamplaşmanın bir tarafında ABD-İngiltere-Fransa ve İsrail vardı, karşı cephede ise; Rusya-Çin ve İran bulunmaktaydı. Nükleer silah yığınağı: ABD’nin 7000, Rusya’nın 7500 kadardı. Denizaltı sayısı: ABD’nin 72, Rusya’nın 60 civarındaydı. Uçak gemisi hazırlığı: ABD’nin 20, Rusya’nın 2 uçak gemisi vardı. Taarruz helikopteri oranı ABD’nin 1000, Rusya’nın 500 yani yarı yarıyaydı. Savaş uçağı ABD’nin 3000, Rusya’nın 1500 kadardı.
3. Dünya Savaşı başlamış mıydı?
Sonunda ABD Başkanı Trump’ın emriyle ABD donanması Esed rejiminin kimyasal hedeflerini ve cumhuriyet muhafızlarını füzelerle vurmaya başlamıştı. ABD güçlerine Fransa ve İngiltere de destek sağlamıştı. Saldırıda Başkent Şam’daki askeri noktalar hedef alınmıştı. ABD güçlerine Fransa ve İngiltere’nin de destek çıktığı Suriye saldırısında Başkent Şam’daki askeri noktalar hedef alınmıştı. Mezze Havaalanı, 41. Tugay ve bir kimyasal silah araştırma merkezi vurulan yerler arasındaydı.
Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’ye yönelik hava operasyonunun ardından, ‘En sert biçimde kınıyoruz’ mesajı yayınlamıştı. Saldırıyı “Egemen bir devlete yönelik saldırganlık eylemi” olarak niteleyen Putin, bu saldırının tüm uluslararası ilişkiler sistemi üzerinde yıkıcı etki yaratacağını vurgulamıştı. Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk, Şam Duma’daki kimyasal saldırının ardından Esed rejimine karşı ABD, İngiltere ve Fransa’nın düzenlediği hava harekâtına AB’nin destek verdiğini açıklamıştı. Bu harekât sonrası Rusya BM’yi olağanüstü toplantıya çağırmıştı. İran Dışişleri Bakanlığı, ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’nin başkenti Şam’a gerçekleştirdikleri saldırıyı sert bir dille eleştirerek bunun sonuçları hakkında uyarmıştı.
Hayret; İran ve Rusya ile saf tuttuğu sanılan Erdoğan Türkiye’si bu operasyonu alkışlamıştı! Türkiye Dışişleri Bakanlığı, ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’ye yönelik operasyona ilişkin açıklamada “Tüm insanlığın vicdanına tercüman olan bu operasyonu memnuniyetle karşılıyoruz.” vurgusu yapılmıştı.
ABD niçin savaşı kışkırtmaktaydı?
“Çünkü ABD kaybediyor! ABD sadece Suriye’yi kaybetmiyor, Suriye ile birlikte küresel hegemonya iddiasını, Batı dünyasındaki liderliğini ve başta Türkiye olmak üzere müttefiklerini kaybediyor. Bunları kaybeden ABD’nin ulusal bütünlüğünü koruyabilmesi bile artık giderek zorlaşıyor.
ABD savaş istiyor; çünkü artık Ortadoğu’da terör örgütleri üzerinden vekâleten (hibrit savaşı) yürütemiyor. DEAŞ’ı kaybeden ve PYD-YPG/PKK terör örgütünden istediği randımanı elde edemeyen ABD’nin her geçen gün manevra alanı daralıyor. ABD savaş istiyor; çünkü İsrail ABD’nin kendi adına savaşmasını ve Büyük İsrail Projesi’ni hayata geçirmesini istiyor. Kısacası, imparatorluğunu/süper güç konumunu iki büyük dünya savaşına borçlu olan ABD’nin bu statüsünün devamı için yeni bir büyük savaşa ihtiyaç duyuyor.
ABD savaşmasa bile, savaşacakmış gibi yapmak suretiyle bu hedeflerinin tamamına ya da önemli bir kısmına ulaşmayı planlıyor. Buradaki en kritik hedeflerden biri ise elbette Türkiye ve Türkiye’nin merkezinde yer aldığı “Yeni Ortadoğu Üçlüsü”; yani Türkiye, Rusya ve İran ile Türk-İslam dünyası oluyor. ABD, Türkiye’yi tekrar kazandığı an Rusya-İran ikilisinin işinin çok daha zor olacağını biliyor. O yüzden daha ortada duran, durmaya çalışan Türkiye’ye farklı yöntemlerle saldırıyor, baskı yapmak suretiyle onu iknaya çalışıyor. Peki, bu mümkün mü? Açıkçası köprünün altından çok sular geçmiş bulunuyor. ABD Türkiye’deki yeni iradeyi tanımak ve bu irade ile ikili ilişkilere ortak bir tanım getirmek zorunda. Bunun başında da Türkiye’nin tercihlerine ve izlediği siyasete saygı duymak geliyor. Aksi takdirde geçmiş olsun…”[1]
Trump Suriye’ye sataşınca İsrail saldırmıştı!
Esed’ın Şam-Duma katliamının ardından suç ortağı Trump’ın, “hayvan” diyerek hakaret ve “büyük bedel ödeyecek” diyerek tehdit etmesinin hemen ardından Siyonist İsrail, Suriye’ye saldırmıştı. Rejimin Humus’taki hava üssünü vuran İsrail, bu saldırının ardından Gazze’yi bombalamıştı.
Esed’in (belki de Rusya’nın) kimyasal katliamını fırsat bilen terörist İsrail uçakları rejimin Humus’taki hava üssüne 8 füze fırlatmış ve Lübnan hava sahasını kullanmıştı. İsrail’e ait iki F-15 savaş uçağı hava üssünü bombalamıştı. Suriye’de bir hava üssünü vuran İsrail, abluka altındaki Gazze şeridine de sabah erken saatlerde hava saldırısı düzenlemekten sakınmamıştı. Siyonist ordudan yapılan yazılı açıklamada, 3 Filistinlinin “sınırı geçmesi” bahanesiyle savaş uçaklarının Hamas’a ait bir hedefi vurduğu açıklanmıştı.
Sefarad Baş Hahamı’ndan saldırı çağrısı
İsrail’deki Sefarad Baş Hahamı İshak Yusuf, katil Esed rejiminin Duma’ya düzenlediği kimyasal silah saldırılarının “durdurulması” bahanesiyle Suriye’ye müdahale edilmesi çağrısı yapmıştı. İspanya, Portekiz, İtalya, Kuzey Afrika, Türkiye, Ege Adaları ve Balkan Musevilerinin büyük bölümünü oluşturduğu Sefarad Yahudileri Baş Hahamı Yusuf, Suriye rejimi tarafından yapılan katliamların durdurulması gerektiğini hatırlatmıştı. Güya, yeryüzünde barışı sağlamak üzere kurulduğu söylenen BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden her birinin kendilerine göre destek verdikleri katiller olunca, huzurun yerini katliam ve vahşet alması kaçınılmazdı. Son olarak Esed güçleri (belki de Rusya) tarafından Doğu Guta’da düzenlenen kimyasal saldırı günlerce televizyon ekranlarına yansımıştı. Görüntüler karşısında insanlığını yitirmemiş olanların kayıtsız kalması, etkilenmemesi imkânsızdı.
Bu arada Trump başta olmak üzere Esed’in bedel ödeyeceğine dair açıklamalar başlamıştı. Rusya benzer her olayın ardından olduğu gibi sessizliğini korumaktaydı. Oysa Suriye’deki katliamın bu boyutlara gelişinde Rusya ve ABD’nin ortak payını unutmamak lazımdı. Eğer ABD ve Rusya isteselerdi şimdiye kadar Esed iş başından çoktan uzaklaştırılmış olacaktı. Ama buna yanaşmamışlardı. Çünkü çatışmalar devam ettiği sürece Müslüman kanı akacak, Suriye terör örgütlerinin eğitim alanı olacaktı. Netice itibariyle Suriye’de çatışmaların devamı bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açmaktaydı. Kaldı ki, Suriye’de yaşananlar bu ülke ile sınırlı bir planın uygulanmasının ötesinde, Ülkemizin ve bölgemiz ülkelerinin sınırlarının bozulması, ülkelerin ufalanması ve İsrail’in güvenliğinin garantiye alınması da planın bir parçasıydı.
Sn. Erdoğan’ın İsrail ve ABD’ye her “sert çıkışı” sonrası, bu ülkelere çok önemli ve gizli tavizler sunulmaktaydı!
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan AKP Adana il kongresinde İsrail askerlerinin Gazze’de “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” kapsamında gerçekleştirdiği müdahaleleri sert biçimde kınamıştı. Erdoğan ”En ahlaklı ordu İsrail ordusudur” diyen İsrail Başbakanı Netanyahu’ya; ”Ey Netanyahu sen işgalcisin. Sen bir teröristsin!” diyerek çıkışmıştı. “Bizim sömürgecilik ayıbımız yoktur. Bizim işgalcilik ayıbımız yoktur Ey Netanyahu. Sen işgalci olarak o topraklarda bulunuyorsun. Aynı zamanda sen bir teröristsin. O mazlum Filistinlilere sizin yaptıklarınızı tarih kaydediyor. Bunu hiçbir zaman unutmayacaklar.” diyen Sn. Erdoğan’a hatırlatmak lazımdı: Bunların hepsi haklı ve doğru saptamalardı, ancak terörist ve İşgalci İsrail’le “Normalleşme Anlaşması” imzalamanız nasıl yorumlanmalıydı? O konuşmasında: “ABD’nin Suriye politikasında kısmi de olsa bazı müspet değişiklikleri takdirle takip ediyoruz.” diyen Erdoğan, ta o dönemde ABD ve İsrail ile Suriye’ye müdahale için yeşil ışık yakmıştı.
Siyasilerin, aldıkları oy oranı kadar, akıllı, başarılı, haklı ve ahlaklı oldukları kanaati, yaygın bir yanılgıydı.
Bakınız, ABD Başkanı Donald Trump’ın, herhangi bir konuya beş dakikadan fazla odaklanamayacak kadar manyak kafalı… Üvey kızına sulanacak kadar düşük ahlaklı… Amerikan halkını bile, dinlerine, kökenlerine ve kültürlerine göre ayrıştıracak, zencilere ve Müslümanlara hakaret yağdıracak kadar sapkın ve saplantılı olduğunu bizzat ABD’li yazarlar ve uzmanlar açıklamaktaydı. Ama işte bu Trump, %50’den fazla oy alarak Hillary Clinton’a karşı seçimi kazanmıştı. Ama ne var ki halkın %50’sinden fazlasının oyunu almak bir insanı haklı, hayırlı, akıllı ve başarılı konuma taşımazdı.
Hatırlayınız, Cumhuriyetçi Trump, rakibi Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’a karşı birçok kritik eyalette beklentilerin ve anketlerin aksine büyük başarı kazanmıştı. Başta Florida olmak üzere Ohio, Pensilvanya ve Kuzey Carolina gibi “salıncak eyaletler (swing states)” olarak tanımlanan yerlerde Clinton’a üstünlük sağlayan Trump, Arizona ve Wisconsin gibi oranları birbirine çok yakın yerlerde de rakibini geride bırakmıştı. Amerikan medyasında yer alan haberlere göre Trump 29 eyalette seçimleri kazanırken, seçici kurul delege sayısını da 290’a yükseltmiş durumdaydı. Böylece Cumhuriyetçi aday, Beyaz Saray’a çıkması için gerekli olan 270 delege sayısını aşmış olmaktaydı. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton ise toplamda 19 eyalet ve başkent Washington DC’de seçimleri önde tamamlamıştı. Ancak Clinton’ın toplam delege sayısı 228’de kalmıştı. ABD seçimlerinde adaylardan birinin başkan olabilmesi için 538 seçici kurul delegesinden 270’ini garantilemesi lazımdı. Böylece ülke genelinde 59 milyon 440 bin civarında oy alan Trump, 59 milyon 650 bin civarında oy alan Clinton’dan az oy almasına rağmen başkanı belirleyen seçici kurul üyeleri sayısında 270’i geçerek koltuğa oturmaya hak kazanmıştı. ABD’de nüfus ağırlıklarına göre her eyaletin farklı sayıda seçici kurul üyesi bulunmakta ve toplam sayısı 538 olan kurulun salt çoğunluğuna ulaşan aday başkanlık koltuğuna oturmaktaydı.
Ama %50 oy da alsa, Trump’ın ayarı ve ahlakı ortadaydı. Çünkü medya manipülasyonlarıyla güdümlü sürüler ve demokratik köleler haline getirilen halk yığınlarının, Rahmetli Erbakan Hocamızın mükemmel tespitiyle “demokratur yönlendirmeleriyle” sandıklarda oy verdikleri kişi ve partilerin … Devamını okumak için tıklayınız.
[1] M.Seyfettin Erol, Milli Gazete, 12 Nisan 2018
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/AslıAydıntaş/951305/Macron_neden_aradi_