27 Aralık 2018
Tahminen 1972 senesiydi. Biz henüz 22 yaşlarında idik. Şeyhim Palulu Haydar Baba Hazretlerine: “Efendim, mevcut tarikat ve tasavvuf kitaplarının çoğu Nakşi prensiplerine göre yazılmış… Kadiri tarikatına, cehri (sesli) zikir edeplerine ve zâtıâlinizin öğretilerine uygun bir kitaba ihtiyaç duyuluyor” dedim. O da bize dönerek: “Öyleyse haydi bakalım, sen de böyle bir kitap hazırla” talimatını verdi. O sırada kitaplığım birkaç yüz ciltten ibaretti ve araştırma yapacak merkezlere uzak bir yerdeydim. “Görevini veren, himmetini de esirgemez” diyerek gayrete giriştim.
Cenab-ı Hak’kın lütfu inayeti, Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın ruhaniyeti ve şefaati, Pirim Gavsı Azam ve Şeyhim Haydar Baba Hazeratının manevi himmet ve bereketleri açıkça zuhur etmekte ve kitap hazırlığım kolayca ilerlemekteydi. Ancak tasavvuf ve tarikat ehli arasında, hakikati pek bilinmeden taklit ve hatta tehlikeli biçimde istismar edilen “Rabıta = kalbi irtibat” konusunu yazarken, yeterli kaynak elde edememiştim. İçimden; “Ah keşke sadece bu konuyu derinlemesine ve delilleriyle açıklayan bir kitaba ulaşsaydım…” diye geçirdiğim gecenin sabahı erken saatlerde lojmanımın kapısı çaldı. O gece yaklaşık 1 metreye yakın kar yağmıştı ve bütün yollar kapanmıştı. Kapıyı açtım, karşımda 50 yaşlarında nurani bir zât vardı. Ama hayret, üzerinde yolculuk ve yorgunluk alameti bulunmamaktaydı. Hemen içeriye buyur ettim, ama girmedi. Yola devam etmesi gerektiğini belirtti ve koynundan benim aradığım kitabın Osmanlıca orijinal halini çıkarıp: “İstanbul’dan filan zât, bu kitabı size hediye olarak gönderdi ve çok selam söyledi” diyerek hızla uzaklaşıp gitti. Sevinç ve hayretle karışık bir şaşkınlık içerisindeydim. Ta İstanbul’dan Elazığ’a ve oradan görev yaptığım Muratbağı’na, hem de hiç bir sıkıntı ve yılgınlık hali görülmeden, bu çok az bulunan kitabı bana getiren kimdi, gönderen kimdi? Her neyse, o kitap pek çok müşkülümü gidermiş, kafamı ve kalbimi meşgul eden sorular aydınlanıvermişti. Gerçi Rabıta’yı (Mürşidiyle manevi irtibatı ve tabi Hazreti Resulûllah’la ve Cenab-ı Hak’la muhabbet bağını) fiilen yaşamış ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde hakikatine varmış birisiydim. Çünkü Hacı Haydar Baba Hazretleri, “Tefekkür-ü Mevt” (ölümü ve kabri düşünme) dışında, en yakın kimseleri ve halifeleri dahil, hiç kimseye RABITA vermedikleri halde, bize bu konuda özel bir izin vermiş, ancak rabıtayı fazla uzatmamamız gerektiğini tembihlemişti. Bazen onlarca km. uzaklıkta ve gece yarılarında, mübarek mürşidimle kurduğum zikir öncesi “feyiz rabıtasının” manevi zevkine dayanamayıp uzattığım olsa da, kendilerini ilk ziyaretimde “filan filan geceler, rabıtayı yine uzattın…” şeklinde hatırlatıp gülümserdi. Ve bize Seyyid Ahmedi Rufai Hazretleri’nin “El Burhan’ül Müeyyed” kitabındaki; “Bir şeyh, Dünya’nın en uzak beldesinde de bulunsa, bir müridinin kendisinin vesilesiyle Cenab-ı Hak’la ve Rasulûllah’la (SAV) rabıta ettiğinden anında haberdar olacak ve gerekli gönül köprülerini kurup manevi görüntü yollayacak hâlden ve kemâlden mahrumsa, kendisini rabıta ettirmesi haramdır. Çünkü şeytanın araya girip, çeşitli safsatalarla onu aldatması ihtimali vardır” uyarılarını sıkça hatırlatıverirdi.
Şeriat; ana cadde anlamındadır, Dinin temel ve genel esaslarıdır. Tarikat ise; ara yollar, hayra ve Hak’ka ulaştıran düsturlardır. Tarikat; şeriatı, yani İslami kuralları titizlikle yaşamak, olgun ve dolgun bir mü’min olma yolunda sürekli ve sistemli şekilde çabalamaktır. Nasıl ki fıkhi Mezheb‘ler Hz. Peygamber Aleyhisselam ve Sahabe-i Kiram Efendilerimiz döneminde fikren ve fiilen vardı, İslam Kur’an’ın ayetleri-öğretileri ve Resulûllah’ın Sünneti ve hadisleri istikametinde yaşanırdı; ama bugünkü şekliyle sistemleşmesi ve kurumlaşması, sonraki asırlarda ve ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıkmıştı… Bunun gibi tarikat ve tasavvuf ocakları ve okulları da, yine Asr-ı Saadet’te hâl ile ve ahlaken yaşandığı halde belirli kurallar çerçevesinde kurumsallaşması, sonraki asırlara rastlamaktadır. Zaten şeriat söz ve ESASTIR, tarikat ise ÖZ ve TATBİKAT’tır.
Tarikat ve Cemaatler, İslam’ın yayılmasında ve yaşanmasında tarihi ve talihli roller oynamış, manevi-ahlaki yapılanmalardır ve bunlar İslam toplumlarına-topraklarına hayat suyu taşıyan hizmet ve huzur kanallarıdır. Bu kanalların kurutulması, mü’min toplumların (İslami bağ, bahçe ve tarlaların) susuz kalmasına yol açacaktır. Ancak bu hayat kanallarına (tarikat ve cemaatlere) kirli ve zehirli fikirlerin karışması, istismar ve suistimale kalkışılması ve şeriat dairesinden çıkartılıp yozlaştırılması da, zaman zaman büyük manevi ve ahlaki tahribatlara, hatta birtakım siyasi ihtilal ve isyanlara yol açmıştır. Zahiri intisap ve batıni irtibat (rabıta) gibi sağlam bağlarla bir Şeyh’e teslimiyet damarı, bazı şeytani amaç taşıyanların işini kolaylaştırmıştır. Bu nedenle tarikat ve cemaatlerin ve tüm ahlaki ve DİNİ hizmet ekollerinin ADİL bir DÜZEN çerçevesinde ve tam bir olgunluk ve sorumluluk disiplini içerisinde yeniden yapılandırılması, otokontrol sistemi altında resmiyet kazandırılması kaçınılmazdır.
Tarikat ve Tasavvufun amacı:
Tarikat ve tasavvuf aynı anlamdadır. Resulûllah’ın ahlakıyla ahlaklanıp, Allah’ın rızasına ve rıdvanına (cennet yurduna) ulaşma çabasıdır. Tasavvuf; Cenab-ı Hak’kın, Hadis-i Kudsi’de buyurdukları: “Kulum farzları yapmak (haramlardan sakınmak) suretiyle Benim rızamı kazanır. Ama nafile ibadetlerle (ve her türlü kötülükten uzaklaşmak suretiyle) Bana öylesine yaklaşır ki, artık Ben o kulumun (düşünen beyni) konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı (ve hareket eden bedeni) olurum” makamına ulaşmaktır.
Yani, Kur’an’a göre düşünmek, Resulûllah’ın izinden gitmek, her türlü sıkıntı ve saldırıya göğüs germek, yaratılış gayesine uygun olarak devamlı imtihan şuuru ve kulluk huzuru içinde hareket etmek ve bunların hepsinde sadece Allah’ın rızasını ve ahiret hayatını düşünmek olgunluğuna kavuşmaktır.
Tarikatın (tasavvufun) bazı temel prensipleri vardır:
1. Zamanı Değerlendirmek: Her konuda mutlaka HAK’tan ve hayırdan yana olmak, BATIL’dan ve barbarlıktan sakınmak şartıyla manevi yolculuğa çıkmış olan müridin, her an geçen zamanı değerlendirmesi, şükrü ve istiğfarı gerektiren hangi durumla geçmişse, onu bilmesidir. Mürid, bütün varlığı ile boş vakit geçirmemeye çalışmalı, bütün zamanını iyi değerlendirmelidir. Her zaman Hak’kı düşünmeli, O’ndan gafil olmamalıdır. Sözünü, işini ve bütün hallerini kontrol etmeli, hatta Allah Teâlâ’nın kendisini murakabe ettiğini hissetmeli, hayatına çeki düzen vermelidir.
2. Zikir Derslerine devam etmek: Mürid verilen dersin adedine riayet edip ziyadeleştirmelidir. Zikirden maksat, kişinin kendisini Hak’ka yaklaştıracak yalvarışa yönelmesidir.
3. Kalbini şehevi ve şeytani düşüncelerden temizlemek: Zikreden kimsenin gönlü, her zaman Allah’a karşı uyanık vaziyettedir. Bu sayede masivaya karşı duyulan aşırı sevgi azalıverir. Ayrıca kalbî vukuf, zikrin şuuruna ermektir. İnsan bu şuur sayesinde yaptığı zikrin faydasını görebilir. Aksi takdirde gayeye ulaştırmayan şuursuz tekrarlar, insana hiçbir yarar vermeyecektir. Bunun için özellikle günümüzde, açık saçık televizyon dizileri ve ahlaksız filmleri izlemek beyni körletir, kalbi kirletir. Çünkü kişinin seyrettikleri, onun fikrine dönüşmektedir. Gözün seyrettikleri, elbette gönüllere nakşedilmektedir. Bu yüzden; “kişinin seyri, kalbinin fikridir.”
4. Daima huzuru gözetmek ve sorumluluğunu bilmek: Huzurla alınan her nefes, Allah Teâlâ’nın Hayy isminin bir tecellisidir. Nefes alış-verişlerinde gafletten uzaklaşmak, elbette çok zor bir iştir. Bu yüzden salikin bir taraftan tövbe-istiğfar ederek, gaflet hallerinden temizlenmeye çalışması da seyrû sülûku için gereklidir.
5. Önce kendi kusurunu görmek ve düzeltmek: Salik varlık meşgalelerini tamamlamak için gayret sarf etmeli, imanını yakine ulaştırmak için meşakkatlere göğüs germelidir. Önce kendi kusurlarını düzeltmeyen aşkalarına olumlu örnek sergileyemeyecektir.
6. Halktan Hak’ka sefer etmek: İnsanın kötü huylardan ve beşerî sıfatlardan sıyrılıp güzel huylara yönelmesi, insani sıfatlardan, melekî sıfatlara sefer etmesi, ahlâkî olgunluğa eriştirecektir. Dervişlerin feyiz alabilecekleri bir kimse buluncaya kadar şeriat çizgisinde yürümesine, sefer etmesine de bu isim verilmiştir. “Sefer der vatan”, salikin halk âleminden, Hak âlemine seferidir. “Hz. İbrahim, ben de doğrusu Rabbime gideceğim, dâr-ı küfürden hicret edeceğim. O bana yol gösterir” (Saffat: 99) ayeti de buna işarettir.
7. Zahirde halk ile bâtında Hak ile olma gayreti göstermek: Dervişin, maddî varlığı halk ile meşgul olurken, gönlünün Hak ile huzur etmesidir. Bahâeddîn Nakşîbend (KS); Nakşbendî tarikatının halvet der encümen temeli üzerinde kurulduğunu söyleyerek, bunun önemini belirtmişlerdir. İnsanın kalbi, zikir sayesinde son dereceye ulaştığı zaman, daimî zikir hâli meydana gelir. Yapacağı her işte Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmaya yönelir. Bahâeddîn Nakşibend’in (KS): “Halvette şöhret, şöhrette rağbet, rağbette afet vardır” sözü, ayrıca “Hayır cemiyettedir, cemiyet sohbettedir” tavsiyeleri önemlidir.
8. Diliyle ve kalbiyle devamlı zikretmek: İnsanın, murakabe mertebesine ulaştıktan sonra nefy ve ispatı belli bir miktar dille söylemesi ve Kelime-i Tevhide devam etmesi kalbini harekete geçirir. Nefy ve ispattan meydana gelen Tevhîd, dudaklardan riyâsız dökülürse, kalbi parlatıp masivadan temizletir.
Pirim Gavsi Geylani ve Şeyhim Haydar Baba Hz.leri ise, Tevhîd kelimesini şu tarzda açıklamıştır: “Lâ ilâhe” (nefy) kâinatta O’ndan gayrı hiçbir İlâh olmadığının ilanıdır. “İllâllah” (ispat) gerçek Ma’budun ancak ve yalnız Allah (CC) olduğunu ispattır. “Muhamedü’r-Resulûllah” kendini “fettebiûnî – Bana tabi olunuz” makamına ulaştırmaktır. Tevhîd kelimesinin hakikati de, mâsivâyı (Allah’ın dışındaki her mahlûkatı) kalpten çıkarıp, sadece Cenab-ı Mevla’ya yönelmektir.
9. Allah’ın rızasını en büyük kazanç bilmek: Nefy ve ispat zikrini yaparken sürekli “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” cümlesindeki manayı düşünmektir (yani Ya Rabbi, benim maksadım Senin rızana erişmektir). Bu düşünce nefy ve ispatın manasını kalbe nakşedecektir. Zikredenin gönlünde Tevhîd sırları parlayıverir, böylece halkın varlığı gözlerden silinir ve maksûd olan gerçek vâhid zahir hale gelir. Ayrıca bu kelime, rücû’a işarettir. İnsan zikir hâlinde, Allah Teâlâ ile beraberdir; yani Allah Teâlâ o anda zikredenin celîsidir (beraberdir). Bu hâl, vuslatın tahakkukuna götürecektir (vâsıl-ı ilallah).
10. İyi halini muhafaza etmek: Zikir yapanın nefy ve ispatın manasını düşünerek, kalbine sürekli sahip olması gerekir. Böylece kalbi, nefsanî düşüncelerden ve şeytani vesveselerden kurtarmak ve korumak önemlidir. Çünkü şeytan ve nefis; insanı, ölünceye kadar terk etmeyecektir.
Şeyh Ebû Bekir Kettânî (KS) der ki: “Kırk yıl, kalbimin kapısında bekçilik ettim ve ona Allah Teâlâ’nın gayrının girmesine izin vermedim, ama hâlâ nöbetteyim.”
Şeyh Ebu’l Hasan el Harkânî (KS): “Kalbim kırk yıldır Allah Teâlâ’ya nazırdır ve orada O’ndan başkasına yer kalmamıştır, ama şeytan ve nefis halâ fırsat kollamaktadır.”
Bir Hak dostu: “On yıl kalbime bekçilik ettim (onu mâsivâdan koruyuverdim), kalbim de bana yirmi yıl bekçilik etti (beni mâsivâdan koruyuverdi), ama ölünceye kadar görevimiz bitmeyecektir.”
Ubeydullah Ahrâr (KS) der ki: “Havâtırdan muhafaza olmak demek, kalbe hiç hatıranın girmemesi demek değildir. Gelen hatırayı kalpte tutmamak gerekir. Akan suya dökülen otlar, yapraklar nasıl suyun seyrine mâni olmazsa, kalbe gelen hatıralar da böylece zikre ve huzura mâni teşkil etmeyecektir.”
11. Derinliğine ve hikmetle düşünmek: Kur’ani hikmetleri, Nebevi öğütleri ve pirlerin öğretilerini derinliğine anlamaktan ibarettir. Bu da Allah Teâlâ’yı devamlı düşünmek, hatırdan mâsivâyı gidermektir. Kâinattaki sınırsız çoklukta, İlâhî vahdâniyyeti müşahede etmektir. Derler ki, bütün bu özellikleri, güzellikleri yazmak, okumak ve bilmek hüner değildir, hüner bunları tatbiktir. Konevî (KS) Hazretleri nasihatinde, dünyayı terk etmeyi ve kanaati tavsiye etmiş, herkesi kendinden efdâl ve ahyar görmek gerektiğine de ehemmiyetle işaret etmiştir. Nitekim Şâh’ı Nakşbend Hazretleri de, “Nefsini Firavun’un nefsiyle aynı görmeyen bu tarikata azimet edemez, etse de ilerleyemez” demişlerdir. Ve zaten Kur’an-ı Kerim’deki; kâfirlere, zalimlere, hainlere, gafillere ve cahillere yönelik bütün ayetleri kendi nefsine hitaben okumayan ve nefsinin bu kötülük ve kirlerinden arınmaya çalışmayan, maksuda ve Mevla’ya erişemeyecektir.
Seyr-ü Süluk’un anlamı ve amacı: