Türkiye’nin Kuşatılması ve Kurtuluş Şansı

950
Paylaş:

AKP’nin başına “düşük profilli” bir Genel Başkan ve Başbakan aranmaktaydı. Merak ettiğimizden sormuş; ilgililerden, yetkililerden ve yandaş kesimlerden yanıt beklemeye başlamıştık. “Düşük profilli” nasıl bir insandı? İzzet-i nefsini, ve hassasiyetlerini ucuz harcayan düşük ayarlı bir şahıs mı olmalıydı? Feraseti, fazileti ve iradesi zayıf bir aday bulmak için mi bu denli çaba harcanmaktaydı? “Düşük profil”; kişiliği, karakteri ve kalitesi sağlam olmayan, bilgisi ve becerisi yeterli sayılmayan anlamında mıydı? AKP içinde “düşük profilli” çok adam bulunduğundan ve bu üstün sıfata ve iltifata ulaşmayı arzulayan çok aday bolluğundan mı; atamayı yapacak Zat, seçmelerde zorlanmaktaydı? Yoksa başarılı ve hayırlı icraatlar yapacak bilgiye, birikime ve beceriye sahip olsa da, Yüce Reisi gölgede bırakmama hatırına, ülkenin ve milletin çıkarlarını, huzurunu ve rahatını önemli saymayacak bir adam mı lazımdı? Kendi benliğini ve bilincini yok sayacak, haysiyet ve şahsiyetini ayaklar altına alacak, sadece verilen talimatları harfiyen uygulayacak bir kukla-robot mu aranmaktaydı? Allah aşkına, lütfen aklınıza ve vicdanınıza danışarak söyleyin; Peşinen düşüklüğü, küçüklüğü ve güdüklüğü kabullenecek bir insanın bu ülkeye ne hayrı dokunacaktı? Öncekinden bile daha pasif, daha pejmürde ve daha pinti bir insanla ve hele ülkemizin dört yandan kuşatıldığı bir ortamda Türkiye’yi tek başına yönetmeye kalkışmak nasıl bir enaniyet psikolojisini yansıtmaktaydı? “Başbakan atayacağım kişi her yönden benden marifetsiz, dirayetsiz ve silik biri olsun ki, benim farkım ve üstün tarafım ortaya çıksın, beni gölgede bırakmasın!” yaklaşımı; özgüven paradigmasının mı, yoksa kahramanlık taslayan gevşek ve ürkek karakter yapısının mı dışa vurmasıydı? “Yanımda ve alt kadrolarımda benden daha akıllı ve çalışkan yol arkadaşlarım olsun ki, onların başarıları, hem ülkemin ve milletimin yararınadır, hem de benim siyasi ve manevi kârımdır” diyecek olgunluk ve dolgunluktaki yöneticilere ne kadar ihtiyacımız vardı… Ama maalesef; “Katırlar merkeplerden hoşlanır, ama küheylan atlardan gıcık alırmış… Kargalar kuzgunlara katlanır, ama bülbüllere dayanamazmış” özdeyişindeki tıynet ve zihniyete sahip yöneticiler elinde, şirketlerin hizmet hareketlerinin, hükümetlerin ve devletlerin hangi talihsiz ve tehlikeli akıbetlere uğradıklarına tarih şahitlik yapmaktadır.

İltifat mıydı, en güzel ceza mıydı?

“Bu AKP’liler bir âlem! Ya “ne dediklerini bilmiyor” ya da “ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor” olmalılardı! Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında yaşanan büyük krizi değerlendiren bir AKP’li şöyle buyurmuşlardı: “Güçlü Cumhurbaşkanı ile güçlü Başbakan bir arada olmuyor! Bundan böyle başbakan düşük profilli olacaktır!”

Aklınca önemli tespit ve tenkitlerde bulunmaktaydı! Ama bunu yaparken yarın AKP’nin başına oturtulacak ve Başbakan yapılacak ismi “yerden yere vurmuş” olduğunun farkına bile varamamıştı! Şimdi kim başbakan olacak olsa aklında hep “Acaba düşük profilli olduğum için mi başbakan yapıldım?” sorusu olmayacak mıydı? Bizce bu tespitte bulunan AKP’liye verilebilecek çok güzel bir ceza vardı! Mesela bu AKP’li arkadaş önce AKP Genel Başkanlığı’na aday gösterilip ardından da başbakanlık koltuğuna oturtulursa en güzel cezaya çarptırılacaktı ve “düşük profilli” olmak nasılmış, herkes görüp anlayacaktı” diyen değerli Zeki Ceyhan aldanmaktaydı. Çünkü bazı insanların bütün amacı ve kazancı, ne pahasına olursa olsun mal ve makam sahibi olmaktı… Milli, manevi ve insani bütün değerlerini bu amaç uğrunda feda etmeyi akıllılık ve gözü açık sayanlar, öyle “utanma, gocunma, arlanma” gibi duygularını ve duyarlılıklarını çoktan yitirmiş bulunan riyakârlık ve istismarcılık takımıydı.

“Davutoğlu’nun veda niteliğindeki konuşmasının analizlerine bakınca, sanki konuşmayı sadece ben doğru okuyamamışım, anlayamamışım gibi hissediyorum. “Yakıp yıkmadan gitti” diyen de vardı, “Sakin, sorun çıkarmayan bir üslupla gitti” diyen de. “Kavga istemedi, isteseydi de kaybederdi” diyen de vardı, “Kriz çıkarıcı üsluptan uzak durdu” diyen de. Bunların hiç birine katılmıyorum. Bana göre o konuşma “stratejik derinlik”le yazılmıştı. Hedef kitleye kilitlenmiş ve tam adrese teslim bir konuşmaydı. İzleyicisi herkesti, ama muhatabı bir tek Erdoğan olan bir konuşmaydı. Abuk sabuk analizlere aldanmayın, Davutoğlu o konuşmayı yaparken de, ilk gezisinde Konya’ya giderken de “süt dökmüş kedi” gibi değil, “kapıları” gümbür gümbür çarparak giden (sakin ama hırslı kaplan) havasındaydı. Analizciler kör ve sağır olabilir ama o kapının sesini, Cumhurbaşkanı Erdoğan tüm hücrelerinde duymuş olmalıydı” yorumlarını yapan değerli kardeşim Nuran Yıldız Hanım, Davutoğlu ve ekibinin niyetini doğru okumakta, ama işin mahiyet ve akıbeti konusunda yanılmaktaydı. Çünkü “Perşembenin gelişi, çarşambanın gidişinden belli olmaktaydı”. Fırsat doğarsa elbette bazı girişim ve gelişmeler yaşanacak, AKP sarsılacaktı. Ama bütün bunlar doğrudan değil, ancak dolaylı hayırlara yol açacaktı… Çünkü bunların kodlarında vefakârlık, vicdan ve milli duyarlılık damarları dumura uğramıştı. Erbakan Hoca’nın; “Belki sizin ununuz, tuzunuz, ve suyunuz olacak, bunları çamur gibi karıştırıp hamur yoğurabilirsiniz, ama ekmek yapamazsınız, çünkü mayanız yok!..” buyurdukları ve toplumu uyardıkları hakikat sırrını iyi kavramalıydı… Madem öyle ise niye Hoca bunları öğrenci alıp öne çıkarmıştı? sorusunun yanıtı ise:

1- Şeytani mahfiller, kendileri için en tehlikeli saydıkları ve en çok korktukları hizmet ve hareketlerin içine özel elemanlarını sokarlardı veya mevcutları cazip makam ve imkânlarla avlamaya, mayasızları tavlamaya çalışırlardı.

2- Büyük Liderler ise, bu sinsi ve Siyonist girişimleri bilerek, ama görmezden gelerek, kutlu hedeflerine ulaşmak için, bu ayarı aşınmış taktik ve teknik kadroları öne çıkarır, asıl stratejik kadroları gizleyip pişmelerini ve yetişmelerini kolaylaştırır ve kiralık elemanları inşaat temeline konulan çakıl taşları gibi kullanırlardı. Ne demek istediğimiz yakında daha iyi anlaşılacak, en çok da şeytani cepheye kayan hıyanet ekibi şaşkınlığa uğrayacaktı.

Abdullah Gül’den Davutoğlu’na sürpriz telefonu nasıl okunmalıydı?

Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu’nu arayarak başarı dileklerini belirtip “Ülkemiz ve milletimiz için hayırlısı olsun” demesi, yeni hamlelerin yapılacağı mesajı mıydı?

11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu, arayarak bundan sonrası için başarı dileklerini vurgulamıştı. Abdullah Gül’ün, Davutoğlu ile yaptığı telefon görüşmesinde “Ülkemiz ve milletimiz için hayırlısı olsun” dediği ortaya çıkmıştı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, yapılan son AKP MYK sonrası kongre kararı alındığını ve kendisinin de aday olmayacağını açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu karar üzerine “Kongre hayırlı olsun, Başbakan’ın kendi kararı” yorumunda bulunmuşlardı. İşte böyle bir aşamada Sn. Abdullah Gül’ün Davutoğlu’na “Hayırlı olsun” mesajları, beklenen hamlelerin yaklaştığı ve AKP içinde önemli gelişmelerin yaşanacağı şeklinde mi okunmalıydı?

Başbakan Ahmet Davutoğlu, ABD Başkanı Barack Obama ile görüşmek isterken randevu talep edilmesi konusunda diplomatik ilişkileri çok iyi olduğu söylenen yakın dostu, Almanya Başbakanı Angela Merkel’i devreye sokmasının ve istenen randevuyu Merkel yakın dostu Davutoğlu için Barack Obama’dan almasının, hatta ABD’ye gidiş tarihi (22 Mayıs 2016) belli olmasının… Ve dahi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na Obama ile görüşmesi için bir başka ülkenin devlet başkanı Merkel tarafından alındığı söylenen randevu için bilgi verilmeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan bir hayli rahatsızlık duymasının… Ve malum merkezler benim yerime onu mu hazırlıyor? Telaşına kapılmasının da iplerin kopmasında payı var mıydı?

“Erdoğan Varsa Kriz Yok” doğru bir yaklaşım mıydı?

AK Parti’nin 22 Mayıs’ta yapılacak kongresinde lider seçmeyeceğini belirten Abdulkadir Selvi, liderin Erdoğan olduğunu hatırlatmıştı. Türkiye’de kriz ya da tedirginlik beklentisi olmadığına dikkat çeken yazar, Erdoğan’ın güçlü liderliğinin istikrarın teminatı olduğunu savunmaktaydı. ‘Güçlü Cumhurbaşkanı-Güçlü Başbakan’ modelinin rafa kaldırıldığını yazan Selvi, yeni dönemin güçlü “AK Parti ve uyumlu hükümet” üzerine inşa edileceğini hatırlatmıştı. Yazısında “Kongrede AK Parti vitrini ve hükümet yenilenecektir. MKYK ve Kabine’de önemli ölçüde değişiklik yapılması beklenmektedir” ifadelerine yer veren Abdulkadir Selvi: “AK Parti’deki sürece gelince, bugünden sonrası çok önemli. “Başbakan kim olacak” sorusu şu anda en önemli gündem maddesi. Burada profile değil, modele bakmak lazımdiyerek atanacak Başbakanın sadece düşük profilli değil aynı zamanda çürük-eski modelli olacağını da ağzından kaçırmıştı.

Reza Zarrab Muamması

New York’ta Savcı Preet Bharara’nın hakkında hazırladığı iddianamede dört ayrı suçlamadan yargılanan Reza Zarrab’ın davasında savcıların mahkemeye yeni deliller sunmak için çalışmalarını yoğunlaştırdığı anlaşılmıştı. Amerika’nın Sesi’nden Can Kamiloğlu, davaya ilişkin mahkeme tutanaklarını yayımlamış. Habere göre; yeni delilleri mahkemeye sunmak için sayıları yüzbinlerle ifade edilen belgeler, yazışmalar ve telefon kayıtları incelemeye alınmıştı. Yeni delillerle ilgili çalışmaların en geç bu ay sonu tamamlanması umulmakta, hukukçular ise dava iddianamesine savcının yeni deliller ekleyeceğini konuşmaktaydı. Hazırlanan ek iddianameyle Türkiye’nin de suçun işlendiği yer olarak iddianameye girmesinin ardından Türkiye ile ilgili delillerin neler oldukları veya yeniden bir ek iddianame hazırlanıp hazırlanmadığı konusunda ise savcılık kaynakları bilgi aktarmamıştı. Rıza Sarraf ile ilgili yeni deliller Amerikan ceza yasalarına göre 16 Haziran’da yapılacak duruşmanın öncesinde, müvekkillerini savunabilmeleri için Zarrab’ın avukatlarına da sunulacaktı. Mahkeme tutanaklarında değişiklik veya redaksiyon amacıyla henüz itiraz süresi dolmadığı için duruşma tutanakları adli sistemde yayınlanmamıştı. Ancak bu tutanaklarda, Amerikan devleti adına iddia makamının yeni deliller bulmak için çok sayıda belgeyi araştırdığı, mahkemeden en az 30 gün ek süre alındığı ve sayıları yüzbinlerle ifade edilen belgelerin tek tek yoklandığı vurgulanmıştı. Mahkeme yargıcı Richard Berman’ın karşısına Rıza Sarraf’ın yanı sıra Amerikan devletini temsilen Savcı Preet Bharara, savcı yardımcısı Sid Kamaraju, Sarrafın avukatları Benjamin Brafman, Mare Anglefilo, Joshua Krishner, Zarrab soruşturmasını yapan ekipte yer alan iki FBI ajanı ve Türkçe simultane çeviri yapan görevli tercüman da katılmıştı.[1]

Acaba, Başbakanın azledilmesinde, Rıza Sarraf’ın da dahil olduğu, Sn. Erdoğan’ın çocukları ve yakın Bakanları için yazılıp konuşulan korkunç boyuttaki vurgun ve soygun iddialarının araştırılması ve açığa çıkarılması konusunda Davutoğlu’nun arzularını dışa vurması da etkili bir sıkıntı mıydı? ABD derin devleti, bu hususu kuklalarına şantaj amaçlı mı, Rıza Sarraf’ı aldatıp Amerika’ya sığındırmıştı?

Ahmet Davutoğlu’nun özellikle medeniyet meselemize yaptığı vurgular ve şehirleşme anlayışındaki tarihi dokuya galabe çalan yapılara karşı şirk yakıştırması ucuz İslamcı edebiyatçıları bir hayli heyecanlandırmıştı. Ancak hayal kırıklığına uğratınca: “Fakat icraat istemek elbette hakkımızdı. Bu estetik vurgulara rağmen bunlara dair bir kurgu ortaya konulmamıştı. Hatta öyle ki “tırnak içinde reis”in yaptığı hatalara karşı demokrasimizin güçlenmesi açısından onun öğretici açıklayıcı profili Türkiye Başbakanıyla gurur duymamıza da yol açmıştı. Ancaaakkk…. (AB ile teslimiyet belgesi) Göçmen İade Anlaşması imzalanınca bunu Türk tarihinin en aptalca anlaşması olarak bir tek biz yazmıştık… Hatta sadece bu yıl üç milyar karşılığında imzalanan anlaşma değil daha öncesi hakkında onlarca yazı yazdık… Ve hayırda şer, şerde hayır düsturunca bu şer gibi görünen göçmen taarruzunun belki de AB karşısında bize müthiş bir koz verdiğini de hatırlattık. Batının uzun vadeli politikalarını çözümlemek için onları iyi tahlil etmek ve karar alma mekanizmalarını iyi bilmek lazımdı. Türkiye’nin AB uzmanları arasında ilklerden sayılırım. Komisyon ve konsey kararlarını nasıl bir süreç içinde aldıklarını hemen her konuda iyi takip etmek şarttı. Öyle uyum politikaları ile sizi üye filan yapmazlar diye kaç defa hükümetleri uyardık. Çünkü baştan aşağı erteleme programı, yani kandırmacaydı… Sonunda elimize göç hadisesiyle müthiş bir koz geçmiş bulunmaktaydı. Türkiye bunu iyi okuyabilse iyi yönetebilse üyelik için çok daha yapıcı, yaptırıcı, zorlayıcı bir ivme yakalamış olacaktı. Ama Davutoğlu hükümetleri ne yazık ki bunu çok kötü harcadı. “Esed kaçacak ve Şam’da namaz kılacağız” da ayrı bir tutarsızlıktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise kendi “kopma noktası”nı İstanbul’da açıklamıştı. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki krizin asıl nedeninin, Avrupa Birliği ile yapılan vize muafiyeti anlaşması olduğu ortaya çıkmıştı. Başbakan Davutoğlu’nun bizzat yürüttüğü görüşmelerin sonunda Avrupa Birliği’nin bazı koşullarla Türk vatandaşlarına vize muafiyeti uygulamasına razı olmuşlardı. Bu şartlar 72 kriter olarak adlandırılmış ve Türkiye bunun büyük çoğunluğunu yerine getirmiş durumdaydı. Avrupa Birliği’nin 72 kriteri içinde “demokratik reform” görüntülü, ama üzeri örtülü bazı düzenlemeler de vardı, bunlardan biri de Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yapılmasıydı. Yani AB PKK ile yeniden çözüm sürecini başlatmamızı dayatmaktaydı. İşte TSK’nın haklı uyarıları karşısında Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu şartın yerine getirilmesine karşı çıkmıştı ve buna bağlı bir vize muafiyeti anlaşmasına da temkinli yaklaşmıştı” diyen yandaşlardan bazılarının akılları başlarına gelmeye başlamıştı:

Şimdi kalkıp “Hoca ile Reis arasında nifak çıkarmaya çalışıyorlar” edebiyatı yapanlar tıpkı “Fethullah Hoca ve iktidar arasında nifak çıkarmaya çalışıyorlar” yağcılığına soyunan ve o kadar derin muhabbetlerine rağmen sonrasında paralel yapıya en çok saldıran medyamenlerimiz salt güce tapınma reflekslerinden ötürü şimdilik yine Erdoğan’ın yanında yer almışlardı. Fakat yaptıklarını hem anlamıyorlardı, hem itiraz da edemiyorlardı. Sayın Cumhurbaşkanını ortak istikbal paylaşmak ve elde ettiklerini elde tutmak pahasına Onu sever gibi görünenlerin kuru gürültüsünü bir kenara bırakıp akl-ı selimle düşündüğümüzde bazı duruşlarına devlet adamlığı ve ülke çıkarları açısından bakmak da Milli ve insani bir yaklaşımdı. Evet, Sn. Cumhurbaşkanının kastı ve tarzı yanlış olsa da, bu tavrı ve uyarısı haklıydı.

Terör örgütünü bize tercih eden AB kapısında hâlâ niye durulmaktaydı?

TÜRK vatandaşlarına vizenin kaldırılması için istenen şartlar yerine getirilse bile AB’nin yeni şartlar icat edeceğini, bahaneler öne sürüleceğine, bu bakımdan Haziran ayında vizelerin kaldırılacağı sözüne fazla güvenmemek gerektiğine yönelik uyarılar maalesef dikkate alınmamıştı. Bugün tahminimde yanılmadığımı görmekten üzgünüm. Bu tahmini yaparken geçmişten günümüze AB ülkelerinin Türkiye’ye yönelik yaklaşımlarına bakmıştım. AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı samimi olmadığını, sürekli olarak ikiyüzlü bir tavır takındığını görmemek için kör ve sağır olmak lazımdı. Tüm bu ikiyüzlülüklere rağmen bu ülkeyi yönetenlerin ısrarla AB üyeliğinin stratejik hedef olduğunu açıklamalarına insan anlam vermekte zorlanmaktaydı. İster istemez “Acaba bizi AB’ye mecbur ve mahkûm eden milletin bilmediği bir husus mu vardı?” sorusu akla takılmaktaydı. Çünkü Suriye’de yaşananlar ve ardından milyonlarca sığınmacının önce ülkemize gelmesi ardından da çeşitli yollarla hayatlarını tehlikeye atarak AB kapılarına dayanmasının ardından Türkiye’ye yönelik AB’nin bu yaklaşımının tek sebebinin sadece Avrupa’yı mülteci akınından korumak olduğu herkes tarafından anlaşılmıştı. Buna rağmen bir anlaşma imzalanmış, başta Yunanistan olmak üzere kanun dışı yollardan AB ülkelerinin kapısına dayanan mültecilerin Türkiye’ye geri alınması dayatılmıştı. Bir başka husus ise 3 milyar avro kesin 3 milyar avro da daha sonra Türkiye’ye mülteciler konusunda destek verileceği sözleri sadece bir avutma ve oyalamacaydı. Yetmez bu defada terörle mücadele yasasını değiştirmemiz, onların istediği şekle sokmamız şart koşulmaktaydı. Böyle bir isteğin bir ülkenin iç işlerine müdahale olması bir yana Türkiye’nin terörle mücadelesini engellemeye, teröristlerin elini güçlendirmeye yönelik bir istek olduğu açıktı. Çünkü AB Liderler Zirvesi’nin yapıldığı binanın kapısında terör örgütünün çadır kurduğu, kurulan bu çadırın Belçika güvenlik güçleri tarafından korunduğu unutulmamalıydı.

Bu arada, Türkiye Suriye’de çatışmaların başladığı günden itibaren PYD terör örgütünü PKK’nın Suriye kolu olarak nitelendiriyor ve bunu ilan ediyor, dost ve müttefiklerinin(!) bu hususta hassas olmalarını istiyordu. Ne var ki bu istek ne ABD ne de AB ülkeleri tarafından dikkate alınmamıştı. AB ülkeleri bir yandan PKK’lı teröristlere barınma dâhil her türlü desteği verirlerken, PYD terör örgütüne de özel bir önem veriyorlardı. En son Almanya da İsveç, Çek Cumhuriyeti ve Danimarka gibi PKK’nın Suriye kolu PYD’ye başkentinde ofis açma izni çıkarmışlardı. Yani, Türk vatandaşlarına vizeyi kaldırmak için bin bir dereden su getiren, şart üzerine şart sıralayan AB ülkeleri teröristlere kucak açmakta, yani terör örgütlerini ve teröristleri Türkiye ve Türk vatandaşlarına tercih ediyorlardı”[2] tespitleri yerden göğe haklıydı.

Bahçeli konuşunca AKP düğmeye mi basmıştı?

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hafta sonu yaptığı açıklamalar AK Parti kulislerinde heyecan yaratmıştı. Sistem değişikliği için partili Cumhurbaşkanı modelinin öne çıktığı bir süreçte, Sn. Bahçelinin çıkışları anlamlıydı.

“Cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisiyle ilişiği kesilir” şeklindeki ifadenin Anayasa’dan çıkarılacağı ve partili Cumhurbaşkanı formülünün önünün açılacağı tartışılmaktaydı. AKP yönetimi, Başbakan ve genel başkan değişimini zorunlu kılan son gelişmelerin ardından “Partili Cumhurbaşkanı” modelini ortaya atmıştı. İşte Sn. Bahçeli’nin bu modele sıcak bakıyor şeklinde yorumlanan sözleri AKP çevresinde umutlu bir heyecana yol açmıştı.

Bu arada Sn. Devlet Bahçeli’nin terörle mücadele şartıyla AKP’ye hayırlı adımlarda destek çıkması sorumlu ve olumlu bir yaklaşımdı!

MHP lideri Bahçeli grup toplantısında “AKP’ye hukuki destek” sözlerine açıklık getirerek “Terörle mücadelenin kesintisiz devam etmesi şartıyla hükümete desteğe hazırız” ifadelerini kullanmıştı.

Bahçeli konuşmasında şunları aktarmıştı:

“Siyaset tıkanırken hainler palazlanmaktadır. Biz her seferinde şehit haberi almaktan hakikaten bunaldık. Muhterem analarımızın göz pınarlarından akan yaşlar bitsin diyoruz. Terörizm ne kadar zalim, ne kadar ahlaksızsa bu aziz millet de o kadar güçlü, sabırlı, o kadar soyludur. Kanlı örgüt döktüğü kanda boğulacaktır. Teröristlerin alayı yerle yeksan olacaktır. Millet devleti ile bir ve bütündür. Heyecan ve hedefler aynı geleceğe sabitlenmiş durumdadır… Türkiye rüştünü ispatlamış bir devlettir. Kendi talihini ve kaderini tayin etme kudretini bileğinin hakkı ile kazanmıştır. Hiçbir sefil zihniyet Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel yürüyüşünü kesintiye uğratamayacaktır. Türk milletinin fıtratında ne ümitsizlik ne de korkuya teslim olmak vardır. Bu mader milli namustur. Bu mader (anavatan) son nefere, son nefese, son damla kan toprakla buluşana kadar müdafaa edilecektir… Kabul edelim ki kapkara bir dönem yaşıyoruz. Kudretsiz dimağların, milliliği bulanık ruhların bugünleri hem idrakte hem de itirafta epey zorluk çektiği anlaşılmaktadır. Oysa kaçak ve korkak güreşenlere bu büyük millet hiçbir zaman şans tanımamıştır. Milli mücadelenin en şiddetli günlerinde Mustafa Kemal ‘in yaptığı tarihi konuşma her şeyi özetleyen bir kararlılıktır: “İşittim ki bazı arkadaşlar memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla milli meclise davet etmedim. Herkes kararında özgürdür. Ben buradan (vatan savunmasından) bir yere gitmemeye karar verdim, hatta hepiniz gidebilirsiniz. Kurşunlarım bitince de bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, temiz kanımı mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm!”

Türk milleti yeni bir devlet kurmuş, dayandığı esasları da milli egemenlik olarak belirlemiştir. Kalbinde ve vicdanında iz’an ve insaf taşıyan her Türk vatandaşı bu gerçekleri tasdik edecektir. Aldığımız kutlu sorumluluk bunu gerektirmektedir. Bu itibarla yeni bir sistem ve yeni bir rejim tartışmalarının perde gerisine, bunların niyet ve mahiyetine bakmak lazımdır. Yeni bir sisteme gereklilik vardır, ama devletin tanımı, vatandaşlarla karşılıklı sorumluluk şartları ve sınırları konusunda milletin tamamı “olur” diyorsa ancak o zaman gündeme alınmalıdır. Bunun dışında her söz zaman kaybı, çatışma ve cepheleşme kaynağı olacaktır” şeklinde olması ve böyle anlaşılması gereken sözler de talihli bir yaklaşımdır ve tarihi önem taşımaktadır.

“Sarsıntılı coğrafya, fırtınalı Türkiye” AKP elinde nereye kaydırılmaktaydı?

Devamını okumak için tıklayınız.


[1] (http://www.hurriyet.com.tr/reza-zarrabtan-durusmada-tek-kelime-40101292)

[2] akozkan1942gmail.com

[3] http://www.internethaber.com/fuhusta-basildi-esimin-haberi-var-1591840h.htm

[4] https://www.youtube.com/watch?v=hUS7AX2HJl8

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.