ZARRAB ZOKASI ŞAŞKINLIĞI VE TAYYİP BEY ÜZERİNDEN DEVLETİ YIKMA ŞEYTANLIĞI

853
Paylaş:

26 Aralık 2017

Enflasyon canavarı iyice azıtmıştı!

Sürekli “bu ay düşecek” denen enflasyon, 2017 Kasım’ında daha da hızlanmıştı. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) Kasım’da yüzde 1.49, Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yüzde 2.02 artmıştı. Yıllık enflasyon tüketici fiyatlarında yüzde 12.98, yurt içi üretici fiyatlarında yüzde 17.30’a ulaşmıştı. Kasım ayı itibarıyla 12 aylık ortalamalar dikkate alındığında, tüketici fiyatları yüzde 10.87, yurt içi üretici fiyatları da yüzde 15.38 artmıştı. AA Finans Enflasyon Beklenti Anketi’ne katılan ekonomistlerin Kasım ayı enflasyon beklentilerinin ortalaması yüzde 1.08 çıkmıştı. Ekonomistlerin Kasım ayı enflasyon beklentilerinin ortalamasına göre, bir önceki ay yüzde 11.90 olan yıllık enflasyonun, yüzde 12.53’e yükseleceği varsayılmıştı.

Erdoğan, “işadamlarına siteminden” geri adım atmıştı!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Muş’ta yaptığı “Mal varlıklarını başka ülkelere kaçırmaya çalışanlar bulunduğu” yönündeki sözlerini düzeltmek zorunda kalmıştı. Erdoğan, “Yatırım için yurt dışına kaynak götürene sözümüz yoktur. FETÖ, PKK gibi terör örgütleri ile iltisaklı oldukları için paraları ile beraber bu ülkedeki kaynakları yurt dışına kaçıranlar zaten haindir. Muş’ta yatırım için değil, ülkesine güvenmediği için varlıklarının bir bölümünü yurt dışına çıkartma gayreti içinde olduğunu duyduğum bir kısım işadamlarına sitemimi dile getirdim.” diyerek geri adım atmıştı. Sn. Erdoğan, AKP Genel Merkezi tarafından düzenlenen “Engelleri Aşanlar 2017” etkinliğine katılmış. Burada yaptığı konuşmada, Muş’ta yaptığı konuşmaya ilişkin bazı sinyaller aldığını belirterek, “Mal varlıklarını başka ülkelere kaçırmaya çalışanlar bulunduğunu söylemiştim. Bizim bu kazançları yurt dışına kaçırmak isteyenlere iyi gözle bakmayacağımızı belirtmiştim. Bunun üzerine farklı değerlendirmeler yapıldığını gördüm. Benim sermaye hareketlerinin sınırlandırılmasıyla ilgili bir talebim veya talimatım söz konusu değildir. FETÖ, PKK gibi terör örgütleri ile iltisaklı oldukları için paraları ile beraber bu ülkedeki kaynakları yurt dışına kaçıranlar zaten haindir. Bunu söylüyorum.” açıklamasıyla rantiyeci sermaye baronlarına yaranmaya çalışmıştı.

Üretim ekonomisi yerine, borçlanma ve tüketim ekonomisiyle geleceğimizi karartan AKP’nin iflası yakındı.

Uluslararası alanda ekonomiye yaptığı katkılar nedeniyle Rahmi Koç bilim madalyası kazanan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Ekonomi Bölümü’nden Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü” adlı bir eseri vardı. Prof. Acemoğlu’nun: “Ekonomi sözde büyüyor ama bu büyüme üretimden çok tüketimle oluyor. Ekonomide verimliliğimiz düşüyor. Oysa sürekli ve herkese faydası dokunan verimliliği sağlayacak bir büyümeyi artırmak gerekiyor. 2007 yılından beri Türkiye’de verimlilik artışı yoktur. Sadece talep ve tüketim merkezli bir büyüme söz konusudur. Türkiye krediyle yani borçla büyüyor gibi gösteriliyor. Oysa üretkenliği artırmadan bu büyümenin daha fazla sürdürülmesi mümkün görülmüyor. Bu sürecin sonunda büyük bir büyüme yavaşlamasıyla karşı karşıya kalınacağı unutuluyor. Gelişen teknolojilere ayak uyduramayan ülkelerin gelirlerini artırmada sıkıntılar yaşayacağı biliniyor. Bu yarışa katılmak için öncelikle eğitime gereken önem verilmiyor. Yeni teknoloji yatırımları yapılmıyor. Bunların yanında işgücünün verimi artırılmıyor ve buna göre modeller geliştirilmiyor. Tam aksine eğitim konusundaki kafa karışıklığı yaşanıyor. Gençlerimizin 10-15 sene sonra gerçekten yeni teknolojilerle yeni bir dünyada çalışacak kapasiteleri oluşacak mı? sorusu hepimizi derin endişelere sevk ediyor.”

Tarım ve hayvancılığın kökünü kurutmak, vatana ihanetle eş anlamlıydı!

Buğday, saman ve hububat ithaline ağırlık veren AKP iktidarının kırmızı et ithalatı da kafa karıştırıcıydı. Maalesef sanki bu süreç, ülkemizde bağımsız çiftçi ve hayvan üreticisi kalmamasını amaçlamıştı. İnanması zor ama gerçekten de küresel güçlerin de hedefi bu olmaktaydı. Yani köylü, topraklarını ve yaylasını terk etmeye zorlanmaktaydı. Türkiye’de tarım ve hayvan üreticileri AKP iktidarınca göçe zorlanmaktaydı. Son 20 yılda 10 milyondan fazla köylümüz şehirlere yığılmıştı. Beslenme bağımsızlığını kaybeden ülkelerde sosyal ve politik birlikteliği sürdürme imkânı da kalmayacaktı. Sonuçta halkın, üretimi planlayan küresel merkezin itaatkâr kulları durumuna gelmesi kaçınılmazdı. Köylülüğün bitirilmek istenmesinin bir sebebi de, toprağa yönelik duygusal bağlılığın zayıflatılması ve “uğrunda ölünecek değer” olmaktan çıkarılmasıydı. Ucuz et ithalatının, ucuz polemiklerle tartışıldığını oysa meraların yerli veya yabancı yatırımcılara uzun süreliğine kiraya verilmeye hazırlandığı, küresel hayvancılık şirketlerinin Trakya’ya ve Türkiye’nin bütün meralarına göz koyduklarını hesaba katmalıydı. Ziraat Mühendisleri Odası da 24 Kasım 2017 tarihli “alarm” niteliğinde bir mektup yazmıştı. Mektupta özetle: “Türkiye’de son 27 yılda tarım alanlarının yüzde 14 azaldığı, üreticilerimizin giderek tarımdan koparıldığı, toprak ve su kaynaklarının yanlış kullanıldığı, tarım arazilerinin rant uğruna elden çıkarıldığı, Türkiye’nin kendi topraklarında yetiştirebildiği birçok ürünün ithal edilmeye başlandığı, yüksek girdi maliyetleri altında ezilen üreticiye yeterince destek çıkılmadığı, milyarlarca dolarlık kaynağın, ithalat yoluyla başka ülkelerin refahına aktarıldığı” hatırlatılmıştı. Bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi yapılan yasa değişiklikleri sorunları daha da azdırmıştı. Neredeyse her torba yasada ya 4342 sayılı Mera Yasası’nda ya da 3573 sayılı Zeytincilik Yasası’nda değişiklik yapılmış ve nedense her defa, bu alanların geliştirilmesine değil, tahribatına yönelik hükümler yazdırılmıştı. Son hazırlanan torba yasa da bu anlamda şaşırtmamış, 4342 sayılı Mera Yasası’nın “tahsis amacının değiştirilmesi”ni düzenleyen 14’üncü maddesinde değişiklik yapılmıştı. Bu düzenleme ile meraların tahsis amacının değiştirilebileceği istisnalara endüstri bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgeler saptanmıştı. Madde’de zaten maden ve petrol arama, turizm yatırımları, kamu yatırımları, tarımsal üretim faaliyetleri, 442 sayılı Köy Kanunu kapsamındaki faaliyetler, güvenlik ve olağanüstü hal durumlarında ihtiyaç duyulacak faaliyetler, petrol iletim faaliyetleri ile elektrik ve doğalgaz için ihtiyaç duyulan faaliyetler, jeotermal kaynaklı teknolojik seralar ve kentsel dönüşüm ve gelişim için ihtiyaç duyulan faaliyetler ‘tahsis amacının değiştirilmesine yönelik istisnai faaliyetler’ olarak yer almıştı. İlaveten, endüstri bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgelerin sadece kuruluş ve geliştirme aşamalarında mera, yaylak ve kışlakların tahsis amacı, rantiyecilerin keyfine bırakılmıştı.

Şimdi okurlarıma soruyorum: Vatanı satmak için yasa değişikliği yapılır mıydı? Meraları yerli veya yabancı yatırımcılara açan torba yasadaki değişikliği hazırlayanlar ve sorgulamadan onaylayanlar, yani toprağı köylünün elinden alanlar, kime hizmetçilik yapmaktaydı?”[1] feryatları haklıydı.

İYİ Parti Sözcüsü ve eski CHP’li İzmir Milletvekili Aytun Çıray Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Trump arasındaki görüşmeyle ilgili çarpıcı bilgiler aktarmış ve Erdoğan’ın kandırıldığını açıklamıştı!

Aytun Çıray, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasında gerçekleşen görüşmeye ilişkin ilginç açıklamalar yapmıştı. “Neyin konuşulduğu kadar neyin konuşulmadığı veya konuşulamadığı da önem taşımaktaydı. Amerika’nın son birkaç ayda binlerce tır ağır silah ve teçhizat verdiği YPG tepeden tırnağa silahlandırılmıştı. Şimdi Trump, Erdoğan’ı ‘Bundan sonra silah yok’ diye kandırmıştı” diyen Çıray, bundan sonra PKK’nın Suriye kolu YPG’ye silah verilmeyecek olmasının değil, IŞID bölgeden neredeyse temizlendiğine göre bugüne kadar verilen silahların geri alınıp alınmayacağının önem taşıdığını hatırlatmıştı. Bugüne kadar pek çok olayda “kandırıldık” açıklamasına sığınan Erdoğan’ın, bölgedeki gelişmelerle ilgili ABD’nin yaklaşımına sorgulayıcı yaklaşamamasının herhalde bir sebebi vardı. “Üst akıl”larca ve dış odaklarca sürekli kandırılan kendileri ise dönüp halkımızı aldatan ve avutan yöneticiler bu ülkenin en önemli sıkıntısıydı.

Reza Zarrab’ın ABD’ye itirafçı olmak için ve belirlenmiş bir plan çerçevesinde gittiği şüphesini defalarca yazmıştık ve geçen süreç bu şüpheyi doğrulamıştı. ABD’nin 17/25 tapelerini mahkemede delil olarak kabul etmesi bir başka şüphe kaynağıydı. 17/25 Aralık’tan bir gün sonra 2013 yılında Ayşenur Aslan’ın programına konuk olanlar bu boyutta operasyon ve dinleme-izleme faaliyetinin Türkiye’deki birkaç polis ve istihbaratçı ile yapılamayacağını, ancak büyük bir yabancı gizli servisin desteği ile başarılacağını aktarmışlardı. Ama Sn. Erdoğan ve kurmayları, bütün bunlara kulak tıkamıştı. Şimdi bırakalım 3-5 milyon doların hesabını yapmayı da Suriyelilere harcandığı söylenen 30 milyar doları konuşalım. Bu yaklaşık 118.500.000.000 lira tutardı. Çoluk çocuk Türkiye’de 3 milyon Suriyeli vardı. Bölersek 30 milyar dolara, kişi başı 10 bin dolar para yapardı. Yani fert başına 39 bin 500 liraydı. Bizim asgari ücret 1404 liraydı. 4 kişilik Suriyeli bir aileye 40 bin dolar aktarılmıştı. Ülkede 80 milyon kişi yaşamaktaydı, yani her birimizden kişi başına 1481 lira para çıkmıştı.

Milli Çözüm Dergisi olarak, en başından beri: “Arap Baharı tuzağına kapılıp Suriye’de iç savaş çıkarılmasına taşeronluk yapmayalım. Bize rağmen körüklenecek bir savaştan kaçanları ise, ülkemize sokmak yerine, Suriye sınırı boyunca ve kendi topraklarında kuracağımız “Güvenli Bölge”lerde barındıralım.” şeklindeki uyarılarımıza kulak asılsaydı 30 milyar dolar yerine, sadece 5 milyar dolar harcamış olacaktık ve bunca sosyal felakete de yol açmayacaktık. “Lütfen hatırlayınız yaklaşık iki yıl kadar önce Reza Zarrab adlı kişi Amerika’da tutuklandığında Sn. Cumhurbaşkanı “Bize ne, bir konuda davalık olmuş. Avukatları düşünsün” buyurmuşlardı. Ardından bir yıl kadar önce de Halkbank’ın bir genel müdür yardımcısı Amerika’da tutuklandığında iktidardan kimse yorum yapmamıştı. Amerikan mahkemesi bir iki ay önce bir eski bakan ve bir eski banka genel müdürü hakkında da “yakalama” kararı çıkarmıştı. AKP genel başkanı bu sefer kızmış ve “bunun arkasında başka bir şey var” demeye başlamıştı. Daha önce “Bize ne” denilen sanık Reza Zarrab’ın Türkiye’deki hükümet aleyhine tanık olması AKP kurmaylarını daha da telaşlandırmıştı. Reza Zarrab’ın “itirafçı” olma ihtimaline karşı iktidarın son bir gayretle ve belki de “itirafçı olmaz” hayaliyle Amerika’ya aynı günde iki ayrı “nota” ulaştırması ve “can güvenliğinden endişeliyiz, ey Amerika göster bize vatandaşımızı” çıkışları aslında derin bir telaşın yansımasıydı. Derken O’nun “itirafçı” olmasına çok içerleyen iktidar Reza Zarrab’ın itirafçı değil iftiracı olduğunu açıklamıştı. Bütün yandaş medyadaki fedai kalemler -ki çoğu daha önce Reza Zarrab’ı milli kahraman saymışlardı- “bu adam rezilin teki, ahlaksızın birisi” demekten utanmamışlardı. Sonrasında Rıza Zarrab konuşmaya başlamış, Bakanlara dağıttığı “dudak uçuklatan rüşvetleri” bir bir sıralamış, verdiği hediyeleri anlatmış, İran’la altın işinin yapılması için dönemin başbakanından talimat alındığını, ekonomi bakanının da işleri bizzat takip buyurduklarını aktarmıştı. İktidarımız karşı çare olarak Zarrab’ı “hain”likle damgalamış ve hakkında casusluktan soruşturma açarak tüm mal varlığına da el koymuşlardı. Şimdi sormak lazımdı: “Reza Zarrab’ın casus olduğu, bakanlara rüşvet verdiğini söyleyince mi” anlaşılmıştı. Rıza Zarrab’ın anlattıkları ortadaydı, bunların hangisi “devletin gizli kalması gereken sırlarıydı?” tespit ve tahlillerine katılmamak imkânsızdı. Kaldı ki Reza Zarrab’ı “CASUS”lukla suçlamak anlattıklarının doğruluğunu kabullenmek anlamı taşımaz mıydı?

AKP iktidarınca hakkında 15 Temmuz darbe girişiminde parmağı olduğu gerekçesiyle yakalama kararı çıkarılan CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkan yardımcısı Graham Fuller AKP iktidarını ve Erdoğan’ı şöyle övmekteydi:[2] “O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışıp bitmişti. Artık yeni Türkiye (ve Erdoğan yönetimi) aslında gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler, demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir istikrar abidesi haline gelmiş böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.”

Evet, şimdi darbe teşebbüsünün tezgâhçısı olduğu gerekçesiyle suçlu ilan edilen Graham Fuller, AKP’nin “Yeni Türkiye”sini dünya âleme ilan eden kişi idi! Üstelik onun ABD’den güya bağımsız gibi hareket etmesinin, ABD’nin yararına olacağı telkiniyle bunları söylemişti. Graham Fuller’in AKP’yi öne çıkarması onun ABD yönetimi ve daha geniş çerçevede küresel sistem nezdinde “lansman”ını yapması, 2000’lerin başına denk gelmişti. Aynı Fuller 2002 baharında kaleme aldığı “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlıklı makalesinde (ki daha sonra aynı başlık altında bir kitap oluşturacaktır), 11 Eylül saldırısı (2001) sonrası Bush yönetimini, “Biz ve İslamcı-teröristler” ikiliğine düşmeme hususunda uyarıvermişti. Çünkü bu, Usame bin Ladin’in “İslam ve Kâfirler” ayrımından hiç farklı bir yaklaşım olmayacak ve onun ekmeğine yağ sürecekti. Fuller’in övgü dizdiği en “ümitvar” örnek AKP Türkiye’siydi; daha özel olarak da Erbakancı Refah ve Fazilet partilerinden kopuşla türemiş AKP ve kendince apolitik saydığı Gülen hareketiydi. Fuller’in makalesi gayet manidar şekilde Tayyip Erdoğan’ın başbakan bile değilken, AKP lideri olarak Beyaz Saray’da Bush tarafından ağırlandığı süreçti. Çünkü Erbakan’dan kopup kaytaranlar Siyonizm’in doğal hizmetçileriydi.

“Oysa AKP, şimdi yakalama kararı çıkarılmış Fuller’e çok şey borçluydu.

AKP, şimdi mal varlığına el koyulmuş Zarrab’a da çok şey borçluydu.

Ve AKP, şimdi lanetledikçe lanetlediği Gülen’e de çok şey borçluydu.” diyenlere hak vermemek mümkün değildi?

Mahkeme başkanının şaşkınlığı!

15 Temmuz gecesi Erdoğan’ı koruyan polisler FETÖ’den tutuklanmıştı. Mahkeme Başkanı Emirşah Baştoğ, “Helikopterden sivil halka nasıl ateş edildiği ortadadır. Ayrıca sizinle çatışmaya giren polislerin bir kısmı da FETÖ’den tutuklandı. Su o kadar bulanık ki” diyerek işlerin nasıl karıştığını dile getirmişlerdi.

AKP kurmayları, sonradan Türk vatandaşı yapılmış İran asıllı bu kişinin ABD’de yargılanmak istenmesinin Türkiye’ye karşı bir ‘komplo’ olduğunu savunup durmaktaydı. Onunla aynı davada yargılanacak Halkbank yöneticisi de vardı. Resmi ağızlar onun komplonun bir parçası olduğunu ileri sürmüyorlardı, ama iktidar çevresinin itibar ettiği medya mensupları arasında öyle düşünenlere rastlanmaktaydı. Devrede ABD yargı sistemi vardı, ancak Washington’un da kumpasın bir parçası olduğuna inanıldığı, en son başbakan düzeyinde çıkılan seferin en önemli gündem maddesinin bu ‘komployu’ boşa çıkarmak için siyasilerle pazarlık etmek olmasından anlaşılmaktaydı. Konunun nezaketi “Devletler başka devletlere karşı komplolar yapar mı?” sorusunun cevabında yatmaktaydı. O sorunun cevabı da açıktı: Evet yaparlar, eskiden de yaparlardı, yakın tarihte örnekleri vardı. Ve hele ABD söz konusu olduğunda bu daha da yaygındı. Dünyanın pek çok ülkesinde meydana gelmiş askeri müdahalelerde ABD’nin parmak izlerine rastlanırdı. İyi de Bay iktidar Reza Zarrab üzerinden bir Komplo kurulduğunu fark ettiyse, neden O’nun Amerika’ya kaçmasına göz yummuşlardı.

Şimdi vicdanen söyleyin şu sorular haksız mıydı?

1- Reza olmadan İran’la ticaret yapılmaz mıydı?

2- Bu Reza denilen şahıs sağa sola rüşvet dağıtırken hiç farkında olmadınız mı?

3- Reza’yı hiç değilse dağıttığı rüşvetler nedeniyle yargılamak yerine niye madalya taktınız? Koskoca iki Bakan bu sahtekâra ödül verirken nerede uyumaktaydınız?

4- Devletin bazı kurumları henüz Reza’nın rezaletleri ortaya çıkmamışken hepinizi uyarmış, niye tınmadınız?

5- Sağlam ayakkabı olmadığı gözlerinin dört dönmesinden belli olan Reza’yı nasıl oldu da elinizden kaçırdınız?

6- Reza sahtekârının ABD ile anlaşacağını nasıl oldu da son ana kadar anlayamadınız? Hani devlet aklınız?[3]

Ahmet Takan’ın: “AKP Genel Başkanı R. Erdoğan, New York’tan yayılan kötü kokular üzerine hem Zarrab davasının derinini görmek hem de ABD’nin tavrını net anlayabilmek için bazı danışmanlarını “10 bin kilometre öteye” yollamıştı. Bu çok özel görevli danışmanlar, ABD’deki temas ve incelemelerini tamamlayarak Ankara’ya dönüp ayaklarının tozuyla saraya brifing aktarmışlardı. O hafta Salı günü, AKP grup toplantısı öncesinde gerçekleşen brifing ve ardındaki uzun süren toplantıda, gelen bilgiler ışığında yeni stratejiler belirlenmeye çalışılmıştı. R. Erdoğan’ın grup toplantısında, “Davanın projesi, Amerikan yönetimi içindeki bir gruba ait olduğu biliniyor… ABD’de, Türkiye’deki 28 Şubat dönemine benzer bir süreç yaşanıyor. İddianamedeki komplo iddiası doğrudur. Ama Amerika’ya değil, Türkiye’ye kurulmuş bir komplodur” şeklinde yaptığı konuşmanın satır başlarını bir daha hatırlatalım: “ABD’deki dava, bir ‘cambaza bak cambaza’ oyunudur. Bu oyunla bir taşla birçok kuş birden vurulmak isteniyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin tüm dikkat ve ilgisi bu davaya çekilerek, Suriye ve Irak’ta ülkemiz aleyhine yürütülmek istenen projeye hız verilmek isteniyor. Davanın projesi, Amerikan yönetimi içindeki bir gruba aittir. Malzemelerin temini görevi de FETÖ’ye ve CHP’ye verilmiştir. ABD’de 28 Şubat dönemine benzer bir süreç yaşanıyor. Kritik kademelerde söz sahibi olan eski yönetim bakiyesi bir grubun, Türkiye konusunda sandıktan çıkan Trump yönetiminin iradesine aykırı olarak bambaşka bir politika izlediği ortaya çıkıyor. Bizim muhatabımız seçimle işbaşına gelmiş yönetimdir. Yani Trump’tur, öyle de kalacaktır. Davanın Amerikan medyasındaki yansımalarına baktığımızda, medyanın davayı ‘Rusya, Flynn, Trump’ başlıklarıyla birlikte değerlendirdiğini görüyoruz. Bu dava Amerikan iç siyasetindeki büyük çekişme malzemesi olarak algılanıyor. Nasıl 17/25 Aralık’ta yolsuzluk görüntüsü altında ülkemizdeki anayasal düzeni emniyet ve yargı darbesiyle yıkma çabası varsa, Amerika’daki davada da aynı amacı uluslararası alanda gerçekleştirme niyeti vardır. Davanın iddianamesindeki komplo iddiası doğrudur. Ama bu komplo Amerika’ya değil Türkiye’ye bir komplodur.” Bu özet alıntı içerisinde Erdoğan’ın kaç defa “komplo” vurgulaması yaptığına dikkatlice bakın… Devamını okumak için tıklayınız.

 


[1] http://www.yenicaggazetesi.com.tr/vatani-satmak-icin-

[2] G. E. Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör”, Çev. M. Acar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 321 ve 325.

[3] Bak: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/yedi-adet-bomba-gibi-reza-sorusu-

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.